Mine Yıldırım ile “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri" sergisi üzerine söyleşi
16 Nisan’dan bu yana sürmekte olan, küratörlüğünü Joanna Zielińska’nın üstlendiği “Hayvanların Yaşamı” sergisi kapsamında, Dr. Mine Yıldırım tarafından hazırlanan “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri” başlıklı arşiv ve araştırma sergisi 10 Ağustos 2025’e kadar Salt Beyoğlu’nda görülebilir.
- Serginizde, kendi ifadenizle “1910 Hayırsızada Vakası’ndan günümüze, beş bölüm halinde, Cumhuriyet tarihimiz boyunca İstanbul’da sokak köpeklerinin yaşamını etkileyen köpeksizleştirme adını verdiğiniz siyaset doğrultusunda, şiddet ve ihtimam ilişkilerinin seyrini” irdeliyorsunuz. Köpeksizleştirme siyaseti Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşme süreçlerinde nasıl bir yer ve anlama sahip, gelişimini biraz açıklar mısınız?
- Köpeksizleştirme siyaseti, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme tecrübesinin hem bir ürünü hem de kurucu dinamiklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Bu siyaset, sokak köpeklerinin kent yaşamından sistematik biçimde uzaklaştırılmasını, yerinden edilmelerini, öldürülmelerini veya tecrit edilmelerini kapsayan çok boyutlu bir tahakküm rejimi üretmiştir. 1910 yılında 80 binden fazla sokak köpeğinin İstanbul’un en uzak ve küçük adası Sivriada’ya tehcirle ölüme terk edilmesini ifade eden Hayırsızada Vâkâsı, bu sürecin başlangıç noktası ve sembolik kırılması olarak düşünülebilir. Bu olay, yalnızca bir itlaf politikası değil; aynı zamanda İstanbul’un yüzyıllardır süregelen insan-köpek ilişkisini dönüştüren travmatik bir kırılmadır. Modern şehir tahayyülünde sokak köpeklerine yer olmadığını ilan eden bir eşik olarak işlev görmüştür.
Hayırsızada sonrasında köpekler yalnızca fiziksel olarak değil, sembolik ve duygusal düzeyde de kamusal yaşamdan dışlanmıştır. Kuduz ve kolera gibi salgın hastalıklar üzerinden inşa edilen korku iklimi, sokak köpeklerinin “tehlikeli” ve “sahipsiz” olarak sınıflandırılmasını ve kamusal mekânın dışında konumlandırılmalarını meşrulaştırmıştır. Bu süreçte, sahipli-sahipsiz ayrımı, yalnızca idari bir tanım değil; aynı zamanda hayvanların hangi yaşam biçimlerine dahil olabileceklerini belirleyen toplumsal bir kod halini almıştır. Hijyen, düzen ve modernlik söylemleriyle örülen bu dışlama siyaseti, şehrin temiz, öngörülebilir ve kontrol edilebilir bir alan olarak inşa edilmesini amaçlamıştır.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte bu siyaset kurumsallaşmış; yerinden etme, kitlesel tehcir, peyderpey imha, barınaklarla tecrit ve çeper alanlara terk gibi uygulamalarla süreklilik kazanmıştır. Ötenazinin teknik ve tıbbi bir müdahale olarak tartışılması, barınakların inşa edilmesi ve yaşam hakkına dair kararların belediyeler eliyle verilmesi, köpeksizleştirmenin yalnızca fiziki değil, yönetsel ve hukuki bir rejime dönüştüğünü göstermektedir. Bu pratiklerin her biri, insan-hayvan ilişkisini, kamusal alanın sınırlarını ve toplumsal belleği yeniden şekillendirmiştir.
Sergide geliştirdiğim bölümlendirme, bu tarihsel sürecin farklı evrelerine işaret ediyor. Bu evrelerin her biri, hayvanlara yönelik şiddet biçimlerinin yanı sıra, bu şiddete karşı gelişen ihtimam ve dayanışma pratiklerini de görünür kılmayı amaçlıyor. Serginin son bölümü olan “Bugün: Kanunun Kapısında”, 2024 yılında hayvanların kamusal yaşamını sonlandırmaya yönelik yasa girişimiyle birlikte, yasal güvencelerin geri çekilme tehlikesini de ortaya koyuyor. Bu bölümde yer alan tek fotoğraf, Zarife adlı bir sokak köpeğinin barınakta ölüm sırasından kurtarılma anını belgeliyor. O fotoğrafta uzanan ellerin işaret ettiği gösterdiği gibi, köpeksizleştirme siyaseti her ne kadar kurumsal ve süreğen bir tahakküm rejimi üretmiş olsa da, her zaman ona karşı gelişen bir ihtimam siyaseti de varlığını sürdürmüştür.
- Ayırdığınız dört dönemin birbirleriyle benzerlik ve farkları nelerdir? Her dönemin en öne çıkan olay ve söylemlerini nasıl özetleyebilirsiniz?
- “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri”, 1910 Hayırsızada Vâkâsı’ndan günümüze, sokak köpeklerinin yaşamını kuşatan şiddet ve ona karşı örgütlenen ihtimam ilişkilerindeki dönüşümü beş ana bölümde (epizod) ele alıyor.
Bu beş tarihsel epizodu, birbirinden kopuk ya da çizgisel ilerleyen dönemler olarak değil; iç içe geçmiş, birbirini çağıran ve kimi zaman yeniden ortaya çıkan siyasal, mekânsal ve duygulanımsal yoğunluklar olarak değerlendiriyorum. Bu epizodlar, köpeksizleştirme siyaseti olarak tanımladığım çok katmanlı dışlama rejiminin tarihsel izlerini sürerken, aynı zamanda bu rejime karşı gelişen ihtimam siyasetinin çeşitlenen biçimlerini de görünür kılıyor.
1910’daki Hayırsızada sürgünü, kitlesel bir tehcirin ve şehrin köpeklerinden arındırılma girişiminin sembolik ve tarihsel eşiğini oluşturuyor. Bu olayın, modern kent tahayyülünde sokak köpeğinin hijyenik, mekânsal ve ahlaki bir tehdit olarak yeniden konumlandığı bir kırılmaya işaret ettiğini düşünüyorum. Kuduz ve kolera gibi salgın hastalıklar etrafında örgütlenen korkular, sokak köpeklerinin “sahipsiz” ve “tehlikeli” olarak çerçevelenmesini ve kamusal mekânın dışına itilmesini mümkün kılmıştır.
Bu kırılmanın ardından gelen bölüm, kitlesel sürgünlerin yerini peyderpey ve yerinde itlaf uygulamalarının almaya başladığı döneme ışık tutuyor. Bu süreçte Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin öncülüğünde “fenni” ve “insancıl” itlaf söylemleri ortaya çıkıyor. Ötenazinin tıbbileştirilmiş bir şiddet biçimi olarak nasıl meşrulaştırıldığını ve kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen şiddetin biçim değiştirerek nasıl estetize edildiğini bu belgeler üzerinden ortaya koyuyorum.
Üçüncü epizod, 1990’lardan itibaren barınakların sokak köpeklerinin görünmez kılındığı, kamusal tanıklıktan uzaklaştırıldığı yeni mekânsal rejimlere dönüştüğü döneme odaklanıyor. Başlangıçta koruma ve rehabilitasyon iddiasıyla kurulan bu mekânların, kısa sürede sistematik ihmal, tecrit ve ölümün ana sahneleri haline geldiğini düşünüyorum. Bu epizod, aynı zamanda bu şiddet biçimlerine karşı gelişen toplumsal tepkileri ve 2004’te yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun ortaya çıkış sürecini de belgelememe imkân verdi.
Son epizod, günümüzde İstanbul’un çeperlerinde ve ormanlık alanlarında süregiden terk, tehcir ve ölüme bırakma pratiklerine ışık tutuyor. Kısırkaya ve Tepeören gibi mega-barınaklar ve bu barınakların çevresine bırakılan on binlerce köpek, köpeksizleştirme siyasetinin yeni mekânsal mantığını ortaya koyuyor. Ancak burada yalnızca şiddet değil, hukuki güvencelerin geri çekilme süreci de izlenebilir hale geliyor. Bu nedenle serginin son bölümü olan “Bugün: Kanunun Kapısında”, yalnızca güncel bir belgeleme değil, aynı zamanda yasal korumanın sınırında tutulan bir varoluşa tanıklık daveti.
Söz konusu tarihsel çözümlemeyi doktora araştırmam sırasında hem güncel saha çalışmaları hem de arşiv belgeleri ışığında yürüttüm. İstanbul’daki veteriner hekimlerle yaptığım görüşmeler, sokak köpeklerinin günümüzde maruz bırakıldığı etik, duygulanımsal ve kurumsal ikilemleri ortaya koyarken; tarihsel belgeler, bu ikilemlerin kökenini ve sürekliliğini anlamama olanak tanıdı. Arşivde karşılaştığım belgelerle sahada tanık olduğum pratikler arasında hem yankı hem de........
© Birikim
