menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bağlamanın “Dervişi”ne Veda

15 11
04.06.2025

Sala verin kasdımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selam olsun[1]

“Girdim Âdem donuna sırrımı kimse bilmedi
Men o Beytullah içinde ta ezelden var idim[2]

Mülkiye’deki öğrencilik yıllarımın başında, yedi yaşındayken aileme gözyaşları içinde aldırdığım bağlamam, hayatımın mütemmim cüzü olma yolundaydı. Ancak bu uğraşı tam manasıyla hayatıma yerleştirmeye çalışırken büyük bir eksiklik ile karşı karşıya kalıyordum. Bu eksiklik, çaldığım türkülerdeki sözlerin anlamını idrak edebilme, “Aslına ermektir hüner, beş vakitle avunmayız,[3]” diyebilme ihtiyacından neşet ediyordu. 11 yaşında Maraş’ta, okul müsameresinde ilk sahneye çıktığımda, Mahsuni’nin “Mevlam Gül Diyerek İki Göz Vermiş”ini çalıp söylediğimde, dura dura bir sel olanın ne olduğunu anlıyordum da bu yakarışın yöneldiği “erenler”in kim olduğunu kavrayamıyordum. “Geçtim dünya üzerinden,” derken dünyayı tanıyordum ancak “bir derin nefes”in ne olduğunu idrak edemiyordum. İlm-i hikmeti anlamak istiyordum da “Aşktan başka din ve iman gerekmez,[4]” diyen aşkın nasıl bir aşk olduğunu tahayyül edemiyordum. O dönemden beri süren bu eksikliği aşmalı, bağlamanın içinde barındırdığı felsefeyi anlayabilmeliydim.

Bağlamanın felsefesini anlamaya giriştiğim yolda, evvela içinde büyüdüğüm Harput Musikisinde bağlamanın neden var olmadığı gerçeği çıktı karşıma. Bağlama halkın çalgısıydı, köylerde çalınırdı. Ekseriyetle Aleviler eline bağlama alır, sadece sevgiliye ve ilahi güce olan aşklarını değil, “paşa”yla olan dertlerini de “Telli Kur’an” ile dile dökerlerdi. Ancak Harput’un merkezindeki bir eşrafa hitap eden Harput Musikisinin tarihsel olarak paşayla bir derdi olmamıştı ve belki de arzusu paşaya hitap etmek, paşa için çalınmak, velime, sıra, kürsübaşı gecelerinde paşa ve eşrafını memnun etmekti. Dolayısıyla şehirlerde serpilmiş olan müzik bağlamayı dışlamış, avamın çalgısı diyerek küçümsemişti. Bu müziği icra edenler, TRT’nin kurulmasıyla beraber eserlerinin halk müziği repertuarına alınmasına da içerlemişlerdi. Netice itibarıyla bağlama, köylerde cemlerin, dağlarda “İlişmen mazluma ben gelene dek[5],” diyenlerin sazı olmuş ve şehirlerden, idarecilerden ve şehirlilerin meclislerinden soyutlanmıştı.

Bağlamayı hakkını vererek icra edebilmek, notayı sular seller gibi okumak, hızlı çalmak, büyük taksimler–açışlar yapmak değildi. Türkülerin anlattığı derde erişmek, siyaseten bu “yolun” bir tarafı olabilmeyi seçmeyi de gerektiriyordu. Çünkü erenlere derdini faş edenler, “bu yayladan Şah’a”[6] gidenlerin derdini önceliyor, yiğidin kuru soğana muhtaç olmasından yakınıyor[7], “kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak”[8] meydan okumasını düstur ediniyorlardı. Bunları düşündüğüm yıllarda, dile gelen bu sözleri anlama tahvil edebilmek için bağlamanın bu “yükünü” üzerime alabilmenin, sadece bir ezgiyi tezeneyle icra edebilmeyi değil, hayata bu sorumlulukla bakabilmeyi zorunlu kıldığına kani olmuştum. Elazığlı, Sünni bir ailede büyümüş olmam, her zaman Alevi’yi başka bir kimlik olarak kabullenmeyi beraberinde getirmişti. Alevilerin müziği, tıpkı mahalleleri, ibadethaneleri ve oruçları gibi, bizden farklıydı. Bağlama omzumda bahçeye gittiğimde eniştemin “Bizim evin Alevi’si geldi,” dediğini hatırlıyorum. Odamda “Dersim Dört Dağ İçinde”yi çalarken bana “Nereden buldun bu Alevi türküsünü?” denildiğini hatırlıyorum. Alevilere dair ötekileştirme sadece bu cümlelerle kalmadı, bu cümlelerin daha yıkıcı olanları ve mezhepçiliğin en zalim hallerini barındıranları da duydum. Bu cümleleri burada yazmama lüzum yok, ancak yine de merak edenler, Sefil Selimi’nin “Kimse Bana Yaran Olmaz” deyişinde, TRT süzgecinden geçemeyerek repertuara alınmamış şu dizelerine kulak verebilirler:

Bu Kızılbaş oldu yunmaz dediler

Kapıya bacaya konmaz dediler

Kestiği haramdır yenmez dediler

İmam Hüseyin'e uydum uyalı

Bu farkındalık, niyet edildiğinin tersine, bağlamanın ağır yükünün Anadolu’daki taşıyıcısı olan Aleviliği tanıma güdümü arttırdı. Bağlamayı tanıma yolculuğumun Aleviliğin dertleriyle hemdert olma çabasına dönüşmesi neticesinde, sanki büyük bir şey yapıyormuşçasına izlemeye başladığım Cem TV’de, bir gün “Bazı Saz Bazı Söz” programına rastladım. Tok sesli bir amca, elinde bağlaması, bazen misafirleriyle türkü söylüyor, bazen onlara fıkra anlatıyor, bazen erenlerin yaşadığı kıssalardan dem vuruyor, bazen şiir okuyordu. Hiçbir cümlesi alelade kurulmuş, sıradan cümleler değildi. Bu sözlerin yılların birikimi ve araştırmasından doğduğu apaçıktı. Bu cümleler konuklarından büyük bir itibar görüyor, dinleyişlerindeki tavırlarından dahi “Hocam,” dedikleri bu amcaya duydukları saygı ve verdikleri kıymet görülüyordu. Bu ihtimama ilk başta çok şaşırmıştım. Programda bağlama çalışını dinlediğimde, bütün cehaletimle “Aslında o kadar da hızlı çalmıyor,” dediğimi hatırlıyorum. Sedefli bağlamasıyla ekranda gördüğüm bu amcayı araştırmaya başladığımda, karşıma böylesi büyük bir hazinenin çıkacağını ve bağlamanın felsefesini arayışımın mihenktaşlarını bu amcanın döşeyeceğini hayal dahi etmiyordum.

Beni çok etkileyen o programın ardından bu amcanın, Yavuz Top’un hayatını araştırmaya başladım. Erzincan’ın Tercan ilçesinin Rızabey köyünde doğmuştu Yavuz Hoca. Doğumu, bir kurmay albayın çiftlik sahibi olan babasını ziyaretine denk gelmişti. Babası, ziyaretçi albaydan yeni doğan oğlunun isim babası olmasını istirham etmiş ve albay, bebeğe “Yavuz” ismini vermişti. Yavuz Top, çok küçük yaşlarda bağlama çalmaya başlamıştı. Bunun nedenini, köylere gelen dedelerin köylü tarafından büyük bir saygı görmesi ve bu saygınlığa erişme arzusu olarak açıklıyordu Yavuz Hoca. Bütün Alevi evlerinde hazır........

© Birikim