menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kuzey Kıbrıs Seçimleri Üzerine: Vesayet, Sınıf ve Kimlik

18 2
28.10.2025

Kıbrıs’ın kuzeyinde 19 Ekim 2025’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları, sadece adada değil, Türkiye’de de büyük yankı uyandırdı. Bu şaşırtıcı değil: Erdoğan rejiminin iyice otoriterleştiği ve siyasal alanın daraldığı bir dönemde, Kıbrıs’ta Ankara destekli hükümetin sandığa gömülmesi, Türkiye’de Kıbrıs’a yönelik ilgiyi artırdı, ve Türkiyedeki muhalefet çevrelerinde geleceğe dair küçük ama anlamlı bir umut yarattı.

Seçimler, Kıbrıs Türk siyasetinde yalnızca bir isim değişikliğine yol açmadı; aynı zamanda uzun süredir biriken ve toplumun geneline sirayet eden bir tepkinin güçlü bir dışavurumu oldu. Türkiye’nin açık biçimde desteklediği aday ağır bir yenilgiye uğrarken, sol muhalefet lideri Tufan Erhürman’ın yüzde 63 oyla seçilmesi, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs üzerinde son yıllarda giderek sertleşen vesayetine ve onunla iç içe geçmiş kara para, inşaat, kumar ve bahis ağlarına yöneltilmiş bir tepki olarak görüldü. Aynı zamanda bu sonuç, Türkiye’nin vesayeti altında giderek derinleşen “bitiyoruz” hissine karşı, Kıbrıslı Türklerin verdiği kolektif bir yanıt, bir varlık beyanı olarak değerlendirildi.

Biliyoruz ki hiçbir kimlik mücadelesi yalnızca bir duygusal aidiyet meselesi değildir. Kimlik dediğimiz mefhum ancak belirli ekonomik ve politik kurumlar ve pratiklerle var olabilir, bunlarla şekillenir ve bunlar artık işlemediği zaman da krize girer. Dolayısıyla, Kıbrıs’ın kuzeyinde duyulan bu kimliksel feryat, yalnızca siyasal ya da duygusal bir yeniden konumlanmaya işaret etmiyor; aynı zamanda Kıbrıs’ın kuzeyinde yıllardır süregelen birikim rejiminin sınıfsal dayanaklarını ve çelişkilerini yeniden düşünme gerekliliğini de ortaya koyuyor.

Kıbrıs’ın kuzeyinde son yıllarda hep aynı cümleyi duyuyoruz: “Kaç kişi kaldık ki?” Bu yalnızca bir nüfus kaygısı değil; bir toplumun kendini özne olarak sürdürebilme kapasitesine dair bir sorgu aslında. Bir zamanlar küçük bir toplum olmanın getirdiği güven ve dayanışma, yerini birbirine hızla yabancılaşan bireylerin oluşturduğu, kamusal alanın ve pratiklerin çöktüğü bir toplumsal yapıya bırakmış durumda. Kaç kişi kaldık ki söylemi, dolayısıyla, sadece sayısal olarak azalan ‘kök’ Kıbrıslılar’a tekabül etmiyor; belki daha da önemlisi, aşınmaya uğrayan sosyolojik dokunun da bir tezahürü.

Bu açıdan baktığımızda, Kıbrıs Türk kimliğini şekillendiren iki tane reddedilemeyecek gerçek var. Birincisi şu: Kuzey Kıbrıs yönetiminin, biçimsel olarak bir ‘devlet’ iddiası var, ama fiilen bu yönetim Türkiye’nin idari ve askeri bir uzantısı. Mali yardımlar, yatırımlar, ihaleler, protokoller, ve hatta polis ve askerin iç işleyişi bile, Ankara’da belirleniyor. Türkiye’den gelen ekonomik yardım, siyasal kontrolün en etkili aracına dönüşmüş durumda. Bu nedenlerle, birçok kişi Kuzey Kıbrıs’ı bir Türkiye kolonisi olarak tanımlıyor.

İkincisi, yönetim şekli dışarıdan biçimlenmiş olsa bile, bu teşhis Kıbrıs Türk kimliğini anlama noktasında tek başına yetersiz kalıyor. Çünkü bu sistem Kıbrıslı Türkler’e yalnızca yukarıdan dayatılmıyor; aynı zamanda Kıbrıslı Türkler bu sistemi içeride içselleştiriyor, yeniden üretiyor veya yeri geldiğinde bu sistemin doğurduğu tahakküme direniyorlar.

İçeride kurulan bu düzenin esas mimarları sıradan Kıbrıslı Türkler değil, Kıbrıslı Türk milliyetçi elitleri elbette.1964-74 arasında ’enklavlarda’ zenginleşmeye başlayan bu sınıf, 1974 sonrasında kurulan ganimet ekonomisinin hem en büyük mirasçıları hem de bekçileri oldular. 1964–74 arasında, hem Rum milliyetçiliğinin ve hem de Türk liderliğinin baskısıyla Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Cumhuriyeti kurumlarından çekildiler. Ve yine aynı baskılarla, Kıbrıslı Türk nüfusunun üçte biri adanın çeşitli bölgelerinde küçük, izole enklavlara çekilmeye ve ticari ambargolar altında Türkiye’nin yardımlarıyla yaşamaya zorlandılar. Kıbrıs devleti tarafından uygulanan ambargolar 1968’de gerginliklerin azalmasıyla gevşetildi, ancak Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıslı Türkler’in Rumlar’la doğrudan alışveriş yapmasını ya yasakladı ya da “güvenlik” gerekçesiyle ciddi biçimde sınırlandırdı. Fakat, buna karşın, liderliğe yakın tüccarlar Rum mallarını dolaylı yollarla temin edip Türk nüfusa yüksek fiyatlarla satabiliyorlardı (Kızılyürek, 1983: 84-7).

Böylece, 1964–74 arasında, çatışmanın, ambargonun ve korkunun yarattığı ortamda, Kıbrıslı Türkler içinde milliyetçi bir grubun hem ekonomik hem de toplumsal gücünün pekiştiğini görüyoruz. Yani enklavlar dönemi, sadece bir acı ve izolasyon dönemi değil; Türkiye’nin yardımıyla ayakta durabilen, kârın ve mülkiyetin siyasal sadakat ve askeri yararlılık üzerinden dağıtıldığı bir düzenin ilk taslağıydı. 1974 sonrasında, bu enklav düzeninin sınıfsal ilişkileri ve alışkanlıkları yeni ‘devlet’ yapısı içinde hem genişletildi hem de kurumsallaştırıldı. Kıbrıs’ın üçte birinin Türkiye tarafından işgaliyle birlikte, Rumlar’dan geriye kalan mülkler, işletmeler ve mallar “ganimet” olarak paylaşıma açıldı; bu da siyasal bağlantılara sahip olanların hızla zenginleşmesini kolaylaştırdı. Bu düzenin içinde, mülkiyet, gelir ve statü, tamamen değil ama ekseriyetle bir siyasal ödül haline geldi.

Elbette ki modern kapitalist toplumlarda devlet mülkiyet ilişkilerinin temelini oluşturur, yani devletin zor ve dağıtıcı gücü olmadan kapitalizm kendini yeniden üretemez. Kapitalist sisteme özgü tahakküm ve rıza ilişkileri devlet aracılığıyla normalleştirilir. Ancak, günün sonunda devletin düzenleyici rolü ve mülkiyetin devamlılığı piyasa ilişkilerinin mantığına (rekabet, kâr, yatırım, verimlilik vb.) dayanmak zorundadır. Yani üretim ve zenginliğin dağıtımı ilelebet piyasa dışı bir mantıkla yapılamaz. Mülkiyetin meşruiyeti de tam burada doğar: birileri zenginleşebilir çünkü üretim yapıyor, yatırım yapıyor, risk alıyor görünür. Kısacası, kapitalist toplumda mülkiyetin meşruiyeti sadece devletin uyguladığı zor gücüyle değil aynı zamanda piyasaya özgü dinamiklerle kurulur ve nesillere aktarılır.

Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974 sonrası kurulan düzen içinde ise, mülkiyet ilişkileri, üretim ilişkileriyle değil, çok büyük oranda, siyasal ilişkiler ve idari dağıtım mekanizmalarıyla şekillendi. Yani burada mülkiyet, emeğin veya yatırımın değil, siyasal sadakatin, bağlantıların ve bürokratik konumun ödülüne dönüştü. Politik otorite, bir kamusal akıl değil, hiyerarşik olarak çalışan, ama hemen herkese az ya da çok dağıtım yapan bir ofis gibi işledi.

Bu ortamda memuriyet, savaş sonrası toplum için yalnızca bir istihdam biçimi değil; hem refah yaratmanın hem de toplumsal rızayı inşa etmenin temel araçlarından biri haline geldi. Kıbrıslı Türkler kitleler halinde memurlaştılar, çünkü savaştan bunalan bir topluma piyasanın belirsizlikleri ve rekabetin riskleri dayatılamadı. İnsanlar için, memuriyetin sağladığı düzenli maaş, iş güvencesi ve sosyal statü rasyonel ve cazipti.........

© Birikim