menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Üçüncü Mekânların Politik Hafızası: Kahvehane, Birahane, Meyhane

20 13
04.10.2025

ODTÜ’den bir arkadaşımın davetiyle yola çıkmak üzere olduğum Münih’teki Oktoberfest, bu satırları yazmama vesile oldu. Münih çoğu kişinin zihninde Nazi mitinglerinin yapıldığı bira salonlarıyla özdeştir. Gerçekten de uzun yıllar faşistlerin simge sahnesiydi. Ama aynı şehir, 1918 Kasım Devrimi ve 1919’daki kısa ömürlü Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’yle, bir dönem sosyalist hayallerin de başkentiydi. Beni en çok düşündüren şey, bu iki karşıt kutbun aynı mekânlarda —bira salonlarında— nefes alması oldu. Bir gün Hitler’in yandaşları, ertesi gün işçi konseyleri aynı duvarlar arasında toplanıyordu. Bu çarpıcı kesişmeden yola çıkarak, Avrupa ve Anadolu coğrafyasındaki kahvehane, birahane ve meyhane kültürünün politik sosyalleşmedeki önemini ve kolektif hafızamızdaki izlerini anlatmaya çalıştım.

Yüzyıllardır sıradan insanların bir araya geldiği meyhaneler, kahvehaneler ve biraheneler, sadece içki içilen eğlence yerleri olmanın ötesinde, toplumsal ve siyasal hayatın nabzının attığı mekânlar olageldi. Tarih boyunca bu mekânlar, farklı görüşlerden insanların – Osmanlı’da yeniçerilerden Avrupa’da devrimci kulüplere, Almanya’da faşistlere ve sosyalistlere dek – buluşup tartıştığı, haber aldığı ve örgütlendiği gayriresmî meclis işlevi gördü.

yüzyılda Londra’nın kahvehanelerinde (coffeehouse) aydınlar, günün en taze siyasi risalelerini tartışıyor ve bu mekânlar, bir kuruş karşılığında hem kahve hem de güncel fikirleri sunarak halk arasında ‘penny university’ – bir kuruşluk üniversite – diye anılıyordu. Aynı dönemde Paris kafeleri, aydınların buluşma noktası olarak Aydınlanma düşüncesini mayalıyor, Diderot’dan Rousseau’ya uzanan tartışmalar çoğu kez bu dumanlı salonlarda şekilleniyordu. Viyana kahvehaneleri de sanatçılardan siyasetçilere kadar geniş bir çevreyi ağırlayarak, Habsburg başkentini Orta Avrupa’nın kültür ve sanat başkenti hâline getiriyordu. Bu kahvehane ve kafe kültürü, Avrupa’da modern kamusal tartışma geleneğinin beşiğini oluşturdu.

Aynı dönemde Osmanlı kahvehanelerinde halk dedikodu yapıp siyaset konuşuyor, hatta yeniçeriler isyan planları kuruyordu. Bu yüzden hükümdarlar kahvehaneleri hep kuşkuyla izledi. Nitekim Sultan IV. Murad 1633’te kahvehaneleri yasaklamış, benzer biçimde 1675’te İngiltere Kralı II. Charles, kahvehaneleri “fesat yuvaları” ilan ederek kapatmaya yeltenmişti. Devlet erkânı bu mekânları “ahlaksızlık ve huzursuzluk ocakları” sayarak yakıp yıkmaya kalksa da halkın kahveye olan sevgisi ve ihtiyacı baskılara direndi. Öyle ki, Osmanlı yönetimi her kahvehanede bir hafiyeyi eksik etmez, toplumsal nabzı tutmaya çalışırdı. Tüm baskılara rağmen kahvehaneler, geniş kesimler için nefes alma alanları, adeta “ev dışı oturma odaları” olarak varlığını sürdürdü. Kamusal tartışma ve muhalefet kültürü bu mekânlarda filizlendi.

Ünlü düşünür Jürgen Habermas, kamusal alan kavramını tartışırken bu fikrin ilk kez 18. yüzyıl Londra kahvehanelerinde (coffeehouse) vücut bulduğunu belirtir. Bu mekânlar, farklı sınıflardan insanların ‘düşünce eşitliği’ temelinde büyük mevzuları konuştuğu yerlerdi. Ancak sanayileşmenin hızlanmasıyla kahve ticareti pahalılaştı ve coffeehouse’lar giderek orta sınıfın dünyasına çekildi. İşçi sınıfı için ise yerel üretimle ucuz ve erişilebilir olan bira, hem ekonomik bir seçenek hem de uzun iş günlerinin ardından bilinci bulandırıp bir nebze rahatlatan doğal bir simgeye dönüştü. Birçok coffeehouse ekonomik sebeplerle alkollü içki ruhsatı alarak pub’a evrildi. Böylece sanayi devriminin dumanlı kentlerinde sosyalleşme ve tartışma kültürü yavaş yavaş publara kaydı.

Akşamları iş çıkışında uğranan bu publar, artık Britanya geleneğinde memleket meselelerinin hararetle tartışıldığı yeni sahneler hâline geldi. Londra’nın meşhur Crown and Anchor Tavern gibi pubları 2.500 kişilik salonlarıyla koca halk toplantılarına ev sahipliği yapıyor, radikal reformcular kalabalıkları burada topluyordu. Örneğin 1790’larda bu büyük handa sosyalist dernekler buluşuyor, 1823’te ise 2000 kişilik bir forumda ünlü filozof Jeremy Bentham işçilerle gece okulunun temellerini anlatıyordu. Halkın içki mekânları adeta halk üniversitesi işlevi görürken, Amerika’da Boston’daki Green Dragon Tavern “Devrimin Karargâhı” diye anılır hale gelmişti. Zira 1770’lerde sömürge yöneticilerine başkaldıran Sons of Liberty (Özgürlük Evlatları) örgütü, İngilizlere karşı planlarını bu mütevazı tavernanın arka odasında yapmıştı. Pub köşelerinde filizlenen fikirler, imparatorlukları sarsacak devrimlere ilham verdi.

Makineleşmenin acımasız ritminde ezilen Avrupa işçisi, hem dertleşmek hem de dayanışmak için zamanla soluğu mahalle pub’ında alır oldu. Friedrich Engels 1844’te kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu eserinde, Manchester’da hemen her köşe başında bir pub bulunduğunu, hafta sonları on binlerce işçinin sarhoş olduğunu yazarak işçi mahallelerindeki içki kültürünü tasvir ediyordu. Aslında Engels, fabrikatörlerin bilinçli olarak işçileri içkiye alıştırdığını, zira sermayedarların işçinin emeğinin son damlasını bile sıkmak için onların kendilerini uyuşturmalarından çıkar sağladığını belirtir.

Öte yandan Karl Marx, işçilerin tek dinlenme günleri olan Pazar günü bir bira içebilme hakkını hararetle savunmuştur. 1855’te Londra Hyde Park’ta “Bira Yasası”na karşı düzenlenen protestoyu destekleyen Marx, dindar muhafazakârların pazar günleri pubları kapattırma çabasını emekçilerin eğlenme hakkına saldırı olarak nitelemişti. Marx, bir Chartist bildirisini referans göstererek aristokratların kendi kulüplerinde içkilerine devam ederken emekçilere yasak konulmasına karşı çıktı. Hatta Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin insanları kültürel ve sosyal faaliyetlerden nasıl uzaklaştırdığına değinirken, “tiyatroya, baloya, bara ne kadar az giderseniz, o kadar çok birikim yaparsınız, ama kendi........

© Birikim