Feleğin Aynası: Neyzen Tevfik
Peder beye…
“Hayretzede bir serseri” olduğundan söz eder Neyzen Tevfik; kendinden, benliğinden çıkıp da âlemi temaşaya meyledince hele, artık her hayret bir darbe, bir şiddetli çarpılmadır, ne çare… “Felaket pazarında” helak olanlardan değil, hayret sokağında beş parasız mest olanlardandır. Ve elbette bir bedeli vardır bu güngörmüş serseriliğin: Çarpıla çarpıla şaşkın, dağıla dağıla unufaktır. Rütbesiz bir hazdan berbat; arzuyu baştan çıkaran bir hayalle bozuk ve sersem… Çırpınan ses ve nefes sonra: ney ve şikâyet, ayrılıktan… Hayretten bitap ve dilsiz düşünce bazı bazı sayıklayacaktır: “uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara kuru bir yaprak gibi sürüklendim.” Bu gönüllü sürükleniş gereklidir, zira yitirilmiş cevhere başka türlü yaklaşılamaz: bir diyarda izlerine rastlanan hakikat bir başka diyarda yok olur. Kendi makbulünü ve suretini arayacak ama bulamayacaktır Neyzen, bu da serseriliğin şanındandır tabii. Kuru yaprak -hayat- çözüldükçe çözülecektir kaldırım boylarında. Aşinası olanlar bilir, bilhassa kimi şarapçılar bir hikmet makamına çevirirler kondukları o kaldırımları, iliştikleri kuytu ve ücraları; kıdemli serserilerin dergâhıdır kaldırımlar: sohbet ve hakikat, toz ve şiir; savrulan paçavra, sızlanan hadsiz zerre... Neyzen için de biraz böyledir, bu duvarsız ve kapısız, şeyhsiz ve pirsiz tekkelerde çile doldurur, tımarhanelerde ve meyhanelerde efkâra gark olur, ve derken efkâr mütereddit ve ürkek bir fikre, yani “kendi kendiyle hasbihal kılıklı üç beş satıra” dönüşür: “şuraya buraya, hastane duvarlarına karalanmış” darmadağın ve teklifsiz; söyleyen ama konuşamayan satırlar…
***
Sözün, harfin ve mananın da kendi âlemi vardır tabii. Neyzen Tevfik bu âlemin de biçaresidir, “matbuat” ellerinde “üryan”, laf çölünde kimsesizdir. Sözün bir kapısından sürülür, diğerine hicret eder. Hangi kelimenin kaldırımına minder atacağıysa müphemdir. Kâh bir meczup kâh çulsuz bir kalender olarak, hayret yurdunda garip bir çelebidir. Dünya denen bu gurbette mezhepsiz, “ipsiz sapsızdır” belki ama zerrenin de bir haysiyeti vardır: saf ve gösterişsiz bir Yüce için mevkiden, şöhretten ve itibardan istifa edilir. Yegâne amaç nazlı bir harfi kotarmak, sabırsız bir sesi teskin etmektir; püskürtüleceğini bile bile söze yeltenir, kalem ve dudak titredikçe o “üç beş satırın” da kılığı kıyafeti dökülür tabii, apaçık ortadadır, müstehcendir ama yine de örtülü, saklı ve uzaktır. İnatla, eksile saçıla da olsa söyler, ama söyledikçe “aklın yelkeni” yırtılır, pusula şaşar, dil kesilir, ve bir azaptır içeriden tutuşmaya başlar, tutkuların keşmekeşinde, zan ve tereddütle kendi hakikatine pervane olur, ama derhal ışıktan da kovulur, karanlığa aldırmaz; bekler... Ürperten bir günahkârlık zevkiyle küfre sapar. Cismi tozurken sözü de tozur, sıcak sıcak pişman olacaktır, zira “beynelmilel bir imtihanı” olmasa da “siyasetten ve duygudan” dem vurmuş, “halkın hafya-hayfine” kulak asmasa da “insanlığa imanını” yitirmiştir: “devrin siyaseti saçma sapandır”, boş yere oyalanmıştır; hüsrandan kırıla öfkelene, politikanın “pişirdiği pazarlıklara” da artık karnı toktur. Topluma da siyasete de sırt çevirir, dünyasız ve “yorgansız” kalır, ihtirasları varlığını değil, kendi hakikatini lekelemiştir. Tadilat şarttır. İnziva mağarasına değil, riyazet mahallesine çekilir, orada nefsini, iktidar istencini, söyleme iştahını kırmakla meşgul olur, ve bu çalkalanış fasıllarında birden farkına varır: Cebinde -kâğıtta- kıpırdayan şekiller, dünyaya getirilmiş tüm çelimsiz satırlar aslında “teranelerden” ve “kuru laflardan” ibarettir, söylediği ne şiir ne de hakikattir, sadece ve bomboş “gevişlerdir”. Bu geviş halinin itirafı kabilinden kimi dizeler dökülür: “duydum, bildim, yazdım, çizdim, zırladım.” Duyulduğu, bilindiği, yazılıp çizildiği iddia edilen şeyler: zırıltılar. İtirafla gelen yüzleşme ve elbette tıkanma: ışımayan “kör kandil”, dargın sessizlik ve buhran, kısır delilik…
***
Riyazet makamındayken neşe kapısını kilitler, fikir alır başını gider, kasvet -gam- hanesini kurar, ve daha fenası “enbiyâ yan bakar”, heybetli kitaplar bir bir yüz çevirir, yapayalnız ve sersefildir, ayrı düştüğü sevgilisine, Allah’a sitem eder: “Ey bana kendini büyük tanıtan / Halime bak da varlığından utan.” İddia doğru fakat talep yanlıştır: Allah’ın türlü duyguları arasında utanca yer yoktur, küfrün hazzı acılaşır. Yüreği mühürlenir, bilincine perde iner şairin: sıfırı tüketen itiraz, failini vuran reddiye, tokmaksız çan, kendini rencide eden halttır artık… Cevapsız sorulara, karşılık görmeyen sitemlere dolanarak deliliği perişanlıkla taçlandırır. Ve fakat tüm bu ıstırapları hınzır bir marifetle bir çeşit ibadete dönüştürür Neyzen. Bozgunda, küfürde, iflasta ibadet, törensiz biat… Ve sarsak, inançsız tövbe teşebbüsleri… Ama tövbeler tutulduğunda değil,........
© Birikim
