Narin Güran Vakası ve Günah Keçisi Arayışı: Maksimalist Bakışın Tefessühü
René Girard’ın günah keçisi teorisi ile Émile Durkheim’ın ceza ve dayanışma kavramları birlikte ele alındığında, toplumsal kriz anlarında düzenin korunması ve dayanışmanın pekiştirilmesi için kurbanlaştırma ritüellerinin temel bir işlev gördüğü görülmektedir. Girard’a göre insanlar arasındaki çatışmanın temelinde, başkalarının arzularını model alarak geliştirilen mimetik (taklitçi) istekler yatar; bir bireyin bir şeyi istemesinin nedeni, bir başkasının da o şeyi istemesidir ve hedeflerin sınırlılığı nedeniyle bu durum gerilim ve çatışmayı kaçınılmaz kılar. Mimetik arzular toplumsal düzeni tehdit edecek ölçüde yoğunlaştığında, bu şiddet bir kurban üzerinde odaklanarak dışa vurulur. Toplumsal düzenin kırılgan kriz anlarında, suçlamaların yöneltildiği ve kolektif şiddetin yüklendiği günah keçisi, öfke boşaltımının ve geçici bir yeniden birleşmenin sağlandığı bir odak hâline gelir. Girard bu süreci, toplumun sürdürülebilirliği için kasti olarak seçilen bir kurbana yöneltilmiş, aslında rastlantısal olmayan bir şiddet biçimi olarak tanımlar ve bu davranış kalıplarının modern dünyada zorbalık, linç ve benzeri biçimlerde sürdüğünü belirtir (Girard, 1979: 90-91). Toplumsal çatışmaların kaynağı her zaman somut bir biçimde ortaya konmamış olsa bile, hedef seçilen kurbana yöneltilen şiddet, bir öfke boşaltım mekanizması işlevi görür ve toplumun yükünü tek bir odak üzerine yığarak geçici bir uyum yaratır. Ayrıca olayların hikayesi de günah keçisini seçenlerin bakış açısından anlatılmalıdır. Burası çok kritiktir. Suçlanan tarafın bakış açısı mite asla dahil edilmemelidir, çünkü karşı tarafın ya da onları savunanların ne anlattığına kulak vermek günah keçisi mekanizmasının psikolojik etkisini bozacaktır.
Durkheim da paralel biçimde, cezalandırmayı kolektif vicdanın bir dışavurumu ve toplumsal dayanışmanın yeniden teyidi olarak değerlendirir. Ona göre suç, toplumun ortak vicdanına aykırı bir eylemdir ve ceza bu ortak vicdanın saldırıya uğradığını gösteren tutkulu bir tepkidir. Suç, kolektif norm ve değerlerin ihlali anlamına gelirken; ceza ise bu ortak vicdanı yeniden harekete geçirerek toplumsal bütünlüğü pekiştiren bir işlev üstlenir. Özellikle mekanik dayanışmanın hâkim olduğu küçük, benzerlik temelli topluluklarda ceza, bir tür ritüel niteliği taşır ve toplumun normlar etrafında yeniden kenetlenmesini sağlar (Durkheim, 2013: 59). Bu ritüel, yalnızca suçluyu cezalandırmakla kalmaz; aynı zamanda topluluk üyelerine toplumun kendi özünün iyi, doğru ve yüce olduğu hissini tekrar üretir. Toplulukların cezalandırma ediminden anladıkları şey, yalnızca bir bireyin sapkınlığını düzeltmek değil, aynı zamanda toplumun özüne yöneltilmiş bir tehdit karşısında o özü yeniden inşa etmek ve korumaktır. Bu bağlamda ceza, toplumun saf ve iyi olduğuna dair bir inanç üretir; cezalandırma sırasında ve sonrasında topluluk, özünün uzaklarda bir yerlerde var olan ve geçmişin “asr-ı saadet” olarak idealize edilen düzenini temsil ettiğine dair bir yanılsama geliştirir.
Girard’ın günah keçisi mekanizması ile Durkheim’ın ceza ve dayanışma anlayışı bir arada değerlendirildiğinde, kriz anlarında toplumun içsel huzursuzluğunu herkesin bir odağa karşı birleştiği bir dinamik yaratarak bastırdığı, toplumun kendi özünü yeniden iyi ve kutsal olarak tahayyül ettiği ve bir tür barış yanılsaması ürettiği görülür. Bu süreç, her ne kadar gerçekliği çarpıtan bir yanılsama yaratıyor gibi görünse de, toplumsal düzenin sürdürülmesi açısından işe yarar bir uzlaşma biçimi olarak belirmektedir.[1]
2024 yazında Diyarbakır’da sekiz yaşındaki Narin Güran’ın katledilmesi etrafında gelişen kamuoyundaki tepkiler, toplumun yaşadığı kriz anında rasyonel akıl yürütme süreçlerinin yok sayılarak gerçek-dışı iddialarla bir ailenin –ve hatta bir köyün– günah keçisi ilan edilmesine bir örnektir. Bu süreçte siyasi ve ideolojik saiklerle örülü ajandalar, etkileşim peşindeki ırkçı influencarlar, emekli polisler ve medya figürleri, arzulanan adalet pratiğini adeta hallaç pamuğuna çevirmiştir. Yaygın orta sınıf kitlelerin estirdiği linç rüzgarına ek olarak sol ve Kürt siyasetinden bazı isimler de feodalite-patriyarka eleştirisi üzerinden geliştirdikleri açıklamalarla meseleyi anlamaya çalışırken, Diyarbakır barosu gibi yerel unsurlar da hukuki sahada ilk kez devletle iş birliği halinde olmanın heyecanıyla olsa gerek maalesef kamuoyundaki linç atmosferine ve ailenin/köyün hukukunun hiçe sayılması sürecine itiraz kabilinden dahi olsa bir aksiyon almamıştır. Bu süreçte özellikle Diyarbakır barosu, ailenin/köyün, hukuki nosyonların hiçe sayılarak doğrudan hedefe konmasına dair hukuki bir sınır ortaya koymadığı gibi, kameralara çıkan bazı isimler de aile avukatlarının ortaya koyduğu karşı delilleri dikkate almamış; hatta daha kötüsü, sonraki süreçte sanıkların lehine ortaya konan başkaca delilleri de nazarı dikkate almamışlar, tutumlarında da bir değişikliğe gitmemişlerdir.[2] Baronun ve bağlı avukatların Güran davası konusundaki bu tek yanlı tutumu açıklanmaya muhtaçtır.
Sol ve Kürt siyasetinin bu tavrı ile Türk milliyetçisi ve modernist aktörlerin Kürt köy yaşamına dair ileri sürdükleri oryantalist klişeler arasında paralellikler çarpıcıdır. Bazı ırkçı odaklar bu gibi totalleştirici bakışların ardına gizlenerek akraba evliliği ve ensest vurguları ile hakaretlere varan yakışıtırmalarda bulunmuşlardır. Bazı Kürt siyasetçilerin Jitem, Hizbullah, devlet-yerel unsur işbirliği, feodalite ve Türk milliyetçilerinin akraba evliliği, ağalık ve kız çocuklarının değersiz görülmesi gibi, yaşanan somut/kriminal gerçeklikle hiçbir teması olmayan maksimalist anlatılar yoluyla bir ailenin ve köyün hayatının nasıl umursamazca cehenneme çevirebileceği açıkça görüldü. İktidara yakın kanalların ve gazetecilerin de kamuoyunun tepkileri ekseninde yaptıkları yayınları zikretmeye gerek yok. Bu örnekler, kolektif psikolojinin çarpıcı derecede irrasyonel bir mahiyet kazanabildiğini ve hukuka/akla/mantığa dayanmayan vicdan anlatılarının bir eziyete ve işkenceye yol açabildiğini göstermesi açısından ibretliktir. Belki de orta sınıfların vicdan reaksiyonuyla adaletin nasıl kuşa çevrilebildiğini vurgulamak kadar, bu yaralı psikolojinin nasıl tamir edilmesi gerektiğini de konuşmak gerekir.
Olayın ilk günlerinde eksik yürütülen soruşturma ve delil toplama süreci aileyi şüpheli kılacak bir sürece doğru evrilmişti. Bu konuda gün gün detaylı olarak nelerin yaşandığını tartışmak bu yazının konusu değil.[3] Aslında aile aleyhine delil olarak sunulan tüm iddiaların hayatın olağan akışına uygun olduğu ortadaydı, mamafih aile artık hedefteydi. Dediğim gibi detaylara girmeyeceğim, çünkü çok yorucu ve psikolojik savunma mekanzimalarının çok aktif olduğu bir konu olduğu için, önyargılara sahip insanların şu ana kadar sormadıkları bazı sorulara yönelmelerini ummak bana daha gerçekçi görünüyor. Girard’ın belirttiği gibi, insanlar günah keçisinin bulunduğu tarafla ilgili bir savunma duymak istemiyorlar. Çünkü büyü bozulacak, temizlenen toplumsal vicdan yine eskisine dönecek. Bu aşılması çok zor bir psikolojik bariyer. Fakat elmizde uygulanabilecek başkaca bir metot yok: Savunma tarafını, başka yorumların filtresinden geçirmeden, kendi akli melekelerimizle dinlemek. En azından kamuoyunun biraz sakinlediği şu ortamda belki bazı avukatların, adli bilişim uzmanlarının ve bazı gazetecilerin yorumlarına bakmak bizi biraz da olsa farklı bir pencereye ulaştıracaktır.
İlk günleri düşünürsek, önyargıların belirlediği bir vasatta en sıradan davranış biçimi, çelişkili ve zayıf kanıtlarla kanaatler oluşturup aile ve köy üzerine hikâyelerin üretilmesi oldu. Bu bir kısır döngüydü elbette. Önyargıdan yola çıkarak en sıradan gündelik hareketler kanıt sayılmaya ve bu kanıtlar(!) da önyargıları beslemeye başlamıştı. Bu durum aylarca sürdü. Medyada yayılan hikâyelerde amca-yenge ilişkisi, köpek tecavüzü, feodalite, ağalık, Kürtlük, ensest, Hizbullah ve mermi depoları gibi son derece çarpıtılmış unsurlar kullanıldı. Her grup kendi ideolojik motivasyonuna uygun olarak bu heyecanlı senaryolar üzerinden kendi haklı pozisyonuna malzeme devşirdi ve haklılık hissini, kendi ait olduğu toplumsal grubun yüceliğini bir kez daha teyit etti. En ideolojisiz insanlar bile ortaya dökülen bu karmaşadan inşa ettiği senaryoyu vicdan boyasıyla parlatmaktan çekinmedi.
Diğer taraftan ailenin ve köylülerin hayatın olağan akışına uygun görünen anlatımları ise duyulmadı. Basında ve sosyal medyada uzun süre dolaşıma giren “Narin artık bizim kızımız, tek tarafımız Narin” gibi, daha çok ırkçı influencarlar’ın ileri sürdüğü sloganlar, aileyi ve köyü gönül huzuruyla linç etmenin meşru yolu haline gelmişti. Bu süreç, toplumun elinde bir kanıt olmadığı halde doğruluğuna kanaat getirdiği fantastik bir senaryoya sabitlendi. Tüm toplum kesimleri, belki de hayatlarında şahit oldukları adaletsizliklere karşı duyduğu öfkeyi bir linç ritüeline dönüştürerek bir nebze olsun rahatlamaya çalışıyordu sanki.
Yaygın orta sınıfların tepkileri gündelik hayattaki düzensizliklere, haksızlıklara, adaletsizliklere olan tepkiler zaviyiyesinden bir nebze olsun anlaşılabilir. Fakat kadın ve çocuk derneklerinin, Dem Partililerin ve bazı sosyalist derneklerin meseleyi maksimalist anlatılara kurban ederek fahiş hatalar yapmaları affedilmez cinstendi[4]. Somut vakadaki verileri düşünüp tartmadan, delil toplama ve sorgulama süreçlerini kritik etmeden ve hepsinden önemlisi masumiyet karinesini önemsemeden, kamuoyunda zaten linç edilmekte olan kişilerin karanlık ilişkilerini ima ederek büyük toplumsal ve siyasi anlatılara yaslanmanın ve buradan haklı pozisyonlar devşirmenin adalete olan inanca ve hepsinden önemlisi sorumluluk alıcı aktif siyasi katılıma vuracağı darbe kaçınılmazdır. Örneğin bazı yazarlar Türkiye’yi on yıllardır sarmış bir “sağcı-gerici” ittifakın şiddetine vurgu yaparak, “feodal ilişkiler, aşiretler, tarikatlar ve cemaatler”in çocukları........
© Birikim
