menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Mücadele öğretiyor

17 34
12.07.2025

21. yüzyılın ilk çeyreğinin otoriter politikaların küresel ölçekte yaygınlık kazandığı bir dönem olarak kayda geçtiğini söylemiştik. Bir önceki yazıda bu süreci demokrasinin kurumsal olarak yerleşik olduğu coğrafyalarda nasıl aşındırıldığına Macaristan, Fransa ve İngiltere örneklerine bakarak ele almıştık.

Bugünkü otoriter pratikler, 20. yüzyılın sonundan itibaren neoliberalizmin küresel düzeyde hâkimiyet kazanmasıyla, demokratik kurumların içeriğinin boşaltılması süreciyle doğrudan ilintili. Zira bu yapısal dönüşüm, otoriterliğin kurumsallaşmasını da beraberinde getirdi. 21. yüzyılın otoriter rejimleri seçimli demokrasiyi koruyormuş gibi görünürken, medya, yargı ve toplumsal katılım mekanizmaları üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak yetkilerin merkezileştirildiği bir siyasal yapı inşa ediyor. Hindistan’dan Macaristan’a, Türkiye’den Arjantin’e uzanan örneklerde görülen bu model, otoriterliğin neoliberalizmle iç içe geçtiği bir form oluşturuyor.

Bu rejimler, yalnızca muhalefeti bastırmakla kalmıyor; aynı zamanda sermaye birikimini hızlandıracak koşulları da yaratıyor. Özelleştirmeler, sosyal hakların budanması, emeğin güvencesizleştirilmesi ve doğal kaynakların yağmalanması, bu politikaların temel ekonomik programını oluşturuyor. Ortaya çıkan toplumsal tepkiler ise milliyetçilik, dinsel kutuplaşma ve kültürel düşmanlaştırma yoluyla bastırılmaya çalışılıyor.

Ancak bu otoriter normalleşme, direnişin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Aksine, bu baskı düzenine karşı farklı ülkelerde tabandan yükselen toplumsal hareketler, otoriterliğe karşı mücadelenin yalnızca seçim sandığıyla sınırlı olmadığını; örgütlü, kolektif toplumsal varoluş üzerinden yürütüldüğünü gösteren örnekleri çoğaltarak güçleniyor. Bu yazıda Hindistan ve Arjantin gibi otoriterleşmenin kurumsallaştığı ülkelerde süren mücadelelere ve otoriter eğilimleri geri püskürtmeyi başaran Brezilya deneyimine odaklanıyorum.

Narendra Modi liderliğindeki Hindistan Halk Partisi (BJP) iktidarı, sadece seçim kazanmakla yetinmeyen, aynı zamanda laikliği, sendikal hakları, ifade özgürlüğünü ve kamusal kurumları sistematik biçimde hedef alan bir rejim inşa ediyor. Hindistan Komünist Partisi (Marksist) yayın organı People’s Democracy, Modi rejimini açıkça “neo-faşist” olarak tanımlıyor. Partinin analizlerine göre Hindistan'da inşa edilen rejim üç temel sacayağı üzerinde yükseliyor: devletin kurumsal tahakkümü, neoliberal sömürü politikaları ve dinsel-milliyetçi kutuplaşma.

Bu gidişata karşı mücadele hattının en görünür örneklerinden biri, 2020–2021’deki çiftçi ayaklanmasıydı. Modi hükümetinin tarımı büyük şirketlerin denetimine açan yasa paketine karşı milyonlarca köylü ve tarım işçisi “Modi’ye yazıklar olsun” diyerek, aylara yayılan bir direniş örgütlemişlerdi. Sonuçta hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Bu süreç, ülke çapında köylülerin ve çiftçilerin toplumsal muhalefet örgütlemedeki gücünü artırdı. Bugün de ülkenin birçok noktasında süren muhalefet dalgasının en önemli toplumsal öznesini küçük çifçtiler ve köylüler oluşturuyor. Yakın zamanda Güney Hindistan’daki küçük çiftçiler, 1.777 dönümlük arazisinin kamulaştırılmasına karşı yaklaşık 2.000 gündür süren protestolar sonucunda önemli bir kazanım daha elde ettiler.

Bir diğer karşı çıkış da 20 Nisan 2025’te Batı Bengal’in Kolkata kentinde gerçekleştirilen Brigade Mitingi oldu. Tarım emekçileri birliği AIKS, işçi sendikası CITU, kent yoksullarını temsil eden Paschimbanga Basti Unnayan Samiti ve diğer emek örgütlerinin çağrısıyla düzenlenen bu mitingde “Ekonomik sömürüye ve otoriterliğe karşı birleşik halk hareketi!” vurgusu öne çıktı. Miting, çalışma yasalarının tekelleşmesi, kamunun özelleştirilmesi, 100 Günlük İş Garantisi Programı'nın askıya alınması, tarımda şirketleşme, kent yoksullarının yerinden edilmesi gibi uygulamalara yönelik........

© Birgün