menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Talat Paşa değil, kurbanlar kahramandır

13 1
24.06.2025

Sabahat Akkiraz’ın Talat Paşa’yı kahraman olarak anması yalnızca bir sanatçının bireysel tercihi değil, Türkiye’de inkâr siyasetiyle estetikleştirilmiş devlet anlatısının güncel bir yansıması. Bu söylemin ardından aklıma gelen, soykırımda hayatını kaybeden büyük dayım Vartan’ın asıl kahraman olduğudur. Soykırımın en ağır şartlarında İstanbul’dan yola çıkan Vartan; Tercan’a varmadan önce, sadece birkaç kilometre kalmışken, öldürülür. Taktığı saat ve giydiği çizmeler bu öldürmenin gaspıdır. Evinde, yemek masasında katledilmeden önce ‘Beni bu sofranın aşkına bağışla,’ diyen babası Toros’un kaderini paylaşır aynı topraklarda.

Büyük dayım elbette şartların farkındaydı; ailesinin yok edildiğini, geride kimsenin kalmadığını biliyordu. Küçük kız kardeşini, tüm bunlara rağmen çıktığı yolda —İstanbul Büyükada’da bıraktığı ailesini— bir daha göremeyeceğini de. Kahramanlık, umutsuzluğun kışında bahar yürüyüşüne çıkmaktır, baharı getiren de o yürüyüştür. Ben burada yalnızca bir kurbanın adını anıyorum; ama bu adı, başka pek çok kurbanın adıyla değiştirebiliriz. Ne yazık ki bu topraklar, sayısız kahramanın hikâyesiyle dolu.

Kahramanlar kurbanlardı, öldürülenlerdi. Etraflarını saran erkeklerden kurtulmak için Tercan’da Karasu Nehri’ne kendisini bırakan kadınlardı. Ölümün zamanını kendileri belirleme özgürlüğüne sarılanlardı. Belki de bunlar hiç bilinmeyecekti. Oradaki kadınlar ölmüş, hiçbir katil de bu yaşananları konuşmamış olacaktı; çünkü bu topraklarda katiller vicdanlarıyla hiçbir zaman yüzleşmedi. Eğer köylerdeki sessizliği fark edip onları aramaya çıkan Dursun dedem olmasaydı, olup biteni uzaktan görüp çocuklarına anlatmasaydı… Korkunç bir katliam, geride bir çocuğu tanık bırakmıştı. Resmi devlet ve inkârcı tarihyazımı, bir ülkenin geçmişini kendi ideolojisine göre şekillendirirken, bir çocuk, kendi ailesine gerçeği anlatıyordu.

Fırat’a (hamile) kadınların el ele tutuşarak, ilahilerle atlamasını, ABD'li yazar Armin T. Wager ‘Yeryüzünün ve yüzyılın bütün ölümleriyle öldüler’ diyerek tanımlar, ABD başkanı Wilson’a açık mektubunda. (Paylazu Kaptanyan, 1915 Ermeni Soykırımı: Bir Tanığın Anıları, s.7)

Bu ölüm biçimi, aslında çaresizliğin değil, planlı bir yok edilişin parçasıydı. Kadınların nehre atlaması, bir katliam yöntemine dönüştürülmüştü. Kaptanyan, aynı kitapta yaşlı kadınların birer birer Fırat’ın bir başka kolu olan Kırkgöz’e atladığını da yazar. Açlık ve ağır şartlar altında zaten zayıf düşmüş bu kadınlar, görenlerin umursamazlığı altında ölüme giderler. Bunlara tanık olan jandarma ise şöyle der: “Bir zaman gelecek, kendinize boğulmak için bir nehir arayacaksınız ama bulamayacaksınız. Fırsatlardan faydalanıp mümkün olduğu kadar çabuk özgürlüğünüze kavuşsaydınız daha akıllıca olmaz mıydı?” (s.41)

Yaşam hızlıdır; zamlar, toprak meselesi, aileler, doğumlar, hastalıklar, yeni hükümetler, eskiyi görünüşte gereksiz ve önemsiz kılar. “Aman, geçmişte kaldı bunlar” denilir; ama aralarda, sohbetlerin kısık sesli anlarında şu anlatılır: Elindeki tüfeğin bir seferde kaç kişiyi öldürebileceğini denemek için dört Ermeni’yi tek atışta vurduğunu söylerler. Kısık sesle anlatılan bu hikâyeler, çok da uzak olmayan bir geçmişte Ermenilerin nasıl öldürüldüğünü birer kahramanlık öyküsü gibi yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyordu. Ancak siyasi gündem bu anlatımları riskli bir noktaya taşıyınca susuldu; anlatılar bu kez alçak sesle, fısıltıyla aktarılmaya başlandı. Bugünse artık yüksek sesle anlatılanlar, öldürülenlerin hikâyeleri değil; ‘onlardan kalan altınların’ peşine düşülen yolculukların hikâyeleri. İki anlatım arasında sadece içerik değil, tonlama ve ses yüksekliği de değişti.

İnsan beyni kolektifi unutmaya şartlandırılıyor. Brecht’in sorusu yerli yerindedir: ‘Bir de Babil varmış boyuna yıkılan. Kim yapmış Babil’i her seferinde?Böyle bir şartlandırmalarda, tarihinin kaybedenlerinin kahraman olduğunu anlatmak ne kadar mümkün? Zaferlerin kutsandığı bir dünyada, kaybedenlerin kahramanlıklarını dillendirmek; zamanında dünyayı temelden değiştirenlerin Babil’i kuranlar olduğunu anlatmak ve her şeye rağmen ısrarcı olabilmektir.

İnsan tuhaf bir varlık; müzik kariyerini neredeyse ağıtlar üzerine kuran Sabahat Akkiraz’ın, hakkında bir ağıt bile yakılmamış Talat Paşa’yı kendine kahraman seçmesi onun bütün çelişkilerini ortaya koyuyor. Bu, sanatın sanatçıya yabancılaşmasıdır. Talat Paşalık ağıtlığı kabul etmez, hakiki bir üzüntü lafını bulamazsınız orada, çünkü orada yalnızca yok etme siyasetinin rasyonalize edilmiş hâli bulunur. Sadizm, hakiki acının taşıyıcısı olamaz.

Benjamin, faşizmin siyasetin estetikleştirilmesi sürecinden bahseder. Siyaseti bir katılım süreci olmaktan çıkarıp seyredilecek bir gösteriye dönüştürür. Halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılımını engeller; bunun yerine onları seyirci konumuna iter. Seçme, söz söyleme ve itiraz etme hakkı tanınmaz. Yerine büyük törenler, kalabalık mitingler, etkileyici marşlar, dev anıtlar ve simgesel bayraklar sunulur. Bu araçlar, halkın kendi iradesini kullanmasının yerini alan bir tür estetik tatmine hizmet eder –yani iktidarın, halkın kendini yönetme hakkı yerine görsel ve duygusal bir tatmin sunmasıdır. Bu kahramanlar, siyasetin estetikleştirilme sürecinin ürünüdür; karar alma iradesinden yoksun, yalnızca izlemekle yetinen bir halk yaratılır. Talat Paşa heykelleri bu estetik rejimin sembolleridir.

Gramsci’nin “pasif devrim” kavramı, II. Meşrutiyet’in özgürlük vaadinin nasıl hızla ters yüz edildiğini ve toplumun nasıl edilgenleştirildiğini açıklar. 1908’de afnayasa ve Meclis hamlesiyle yükselen eşitlik beklentileri, devletin reform sözünü tutmak yerine erteleme, çarpıtma ve şiddetle bastırdığı uzun bir karşıdevrim sürecine dönüştü. 24 Nisan 1915’le simgelenen katliam ve mülkiyet gaspı, yalnızca Hıristiyan halkları değil, onların taşıdığı derin kültürel mirası da silmeyi hedefliyordu. Bu yok edişin üzerine, ilkel sermaye birikimi aracılığıyla yeni bir rejim inşa edilirken, o rejimin kahramanları da yaratıldı. Bugün insanlık trajedisi olarak gördüğümüz kurban hikâyelerinin arkasında, bu rejimin ekonomik ve siyasal tercihleri yatar. 1915’te her bir katilin........

© Bianet