menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Soykırım karşısında adalet mümkün mü?

11 113
28.06.2025

Bu yazı, soykırım karşısında adaletin mümkün olup olmadığını; uluslararası hukuk kurumlarının sınırlarını, inkâr siyasetiyle yüzleşmenin toplumsal koşullarını ve gerçek adaletin nasıl bir siyasal zeminde inşa edilebileceğini tartışıyor.

Soykırım yalnızca bir halkın fiziki olarak yok edilmesini, tehcir edilmesini veya toprak ve mülklerinin gasp edilmesini değil, aynı zamanda bunları meşrulaştıran bir anlatının da inşasını beraberinde getirir.

Bu anlatı, yurtiçinde baskı ve tehdit yoluyla topluma dayatılırken, uluslararası alanda ise Türkiye Devleti’nin çeşitli diplomatik girişimleriyle korunmaya çalışılmaktadır.

Soykırımın adaletle ilişkisinin uluslararası hukuk kurumlarında aranması gerektiğine dair bir görüş bulunduğundan, bu kurumlara yakından bakmak gerekir. “Soykırım” kavramını hukuksal olarak ilk tanımlayan kişi Raphael Lemkin’di.

Talat Paşa’nın mahkemesine katılan Lemkin, Ermeni Soykırımı’nın etkisiyle hukuk okumaya karar vermiş ve daha sonra Yahudi Soykırımı’na ilişkin bir hukuki çerçeve geliştirmiştir. Ancak Ermeni Soykırımı’ndaki yaşanılanlardan ortaya çıkan bu kavramın kendisi bile, günümüz uluslararası güç dengeleri siyasetinde yetersiz kalmaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası ilişkiler bağlamında soykırımla ilgili suçları ele almak üzere çeşitli kurumlar oluşturulmuştur. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonları ve Özel Raportörlükleri ile Uluslararası Adalet Divanı gibi yapılar, soykırım suçlarını soruşturma ve sorumluları adalet önüne çıkarmakla görevlidir. Bu kurumlar yargı süreçlerini yürütür ve sorumlulara çeşitli cezai yaptırımlar uygular.

Ancak bu kurumların yetersizliği, şimdiye dek Vietnam ve Irak savaşları nedeniyle hiçbir üst düzey ABD’li siyasetçinin yargılanmamış olmasından açıkça anlaşılmaktadır. Tıpkı son olarak, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde gerçekleşen İsrail/ABD saldırısının da büyük ihtimal cezasız kalacak olması gibi.

Soykırım ve savaş suçları, çoğu zaman mevcut hegemonik düzenin kendi meşruiyetini yeniden üretme aracına dönüşür. Kendi suçlarını görünmez kılıp yalnızca karşıtlarını yargılayan bir düzenden, hegemonik bloklar arasındaki güç dengelerinin arasında sıkışmış kurumlardan, gerçek anlamda adalet beklemek mümkün müdür?

Bu kurumların işlevsizliği, soykırım suçlarını tanımamıza engel değildir. Soykırım suçlarının teşhir edilmesiyle, bir mücadele uluslararası hukuku tek çıkış yolu olarak görmek arasında önemli bir fark var. Yalnızca liberaller, hukuku sınıfsal mücadelenin ve toplumsal gerçekliğin ötesinde, soyut bir alana taşırlar.

Pek çok mağdur, Türkiye’nin suskunluğuna karşı uluslararası arenada Ermeni Soykırımı’nı gündeme getirmeye çalıştı. Türkiye’de bu konunun konuşulmasında da kuşkusuz bu çabaların da bir etkisi olmuştur.

Hukukun adaleti ile olan ilişkisine baktığımızda, Engels’in “Konut Sorunu” kitabında dediklerini hatırlamakta fayda var: 'adalet', gerçekte her zaman mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojik ve yüceltilmiş bir ifadesinden ibarettir; bazen bu mevcut düzenin korunması yönünde, bazen de onun devrimci bir biçimde değiştirilmesi yönünde bir anlam taşır.

Antik Yunanlılar ve Romalılar için adalet, köleliğin haklı görülmesiydi. 1789 Fransız burjuvaları için adalet, feodalizmin adaletsiz olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep etmekti. Bunların yanında hatırlamamız gereken mesela, Osmanlı’da köle sahibi olmak adalete uygundu. Adalet, çoğu zaman hukuk içinde aranır. Oysa hukuk, egemen düzenin sınırları içinde şekillenir; bu nedenle her hukuki karar adil değildir.

Mağdurların gerçek kahramanlar olduğunu vurguladığım yazıdan ontolojik bir sonuç çıkarılmamalıdır.

Hrant Dink davasının seyriyle bunu bir kez daha hatırlatmak gerekir. Eğer mahkemelerin gerçekle ilişkisi, devlet çıkarlarının izin verdiği ölçüde adım atmakla sınırlıysa, bu sınırları aşan ancak kitlelerin talepleri ve baskıları olabilir, bunlar nelerdir ve nasıl ele alınmalıdır?

Hrant Dink, devletin arşivlerinde ve iktidar blokları arasındaki çatışma dengelerinde unutulmaya çalışılırken; buna karşılık mağdurların, insan hakları örgütlerinin ve Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi sendikaların oluşturacağı (tam yetkili) bağımsız bir soruşturma komisyonu, bu davanın aydınlatılmasında önemli bir rol oynayabilir.

Ortada duran gerçek şudur: Mevcut yöntemlerle, başta siyasi davalar olmak üzere Türkiye’de hiçbir toplumsal dava çözülememektedir.

Mağdurları yalnızca birer acı objesi olarak sahneye çıkarmak değil; onların uğradığı adaletsizliği, toplumsal dönüşümün bir dinamiği olarak görmek gerekir. Bu toplumsal dönüşüm için bir araya gelecek insanların oluşturduğu yapılar, kısa sürede yalnızca birer formalite kurumuna dönüşmemelidir. Bu nedenle, bu yapıların özel mülkiyetin ve devletin imkânlarının nasıl kullanılacağına dair karar verme yetkisine sahip kurumlara dönüşmesi gereklidir.

Soykırımın tanınması (Anerkennung) bir seferlik hamle ile olabilecek bir durum değil, kendi içinde birçok adımı şart koşan bir diyalektiğe ihtiyacı vardır.

Mesela, bir ülke içinde soykırım suçuna karışmış kişilerin isimlerinin sokaklardan silinmesiyle bu adımlardan biri atılabilir. Talat Paşa yerine Ankara’da olması gereken, 1915'te Ankara sancağında öldürülen; sürgüne gönderilen, malları gasp edilen insanların anıtı olmasıdır.

Bu adım bile tarihsel bir hesaplaşmaya ve gerçeğin ortaya çıkması için önemli bir adıma sahip. Tıpkı 1955 yılında ABD'nin Alabama eyaletinde, Rosa Parks adlı siyah kadının, otobüste bir beyaz adama yer vermeyi reddettiği için tutuklanmasıyla başlayan dalga gibi.

Bununla beraber, 1915’te vatandaşlık hakkı ellerinden alınanların ve onların devamcılarının vatandaşlıklarının iade edilmesiyle adaletin sağlanmasına yönelik somut bir adım atılabilir. Yurtdışından gelebilecek olası yeni nüfusa “yer yok” söylemi ise oldukça temelsizdir; zira 1923’te nüfusu 13 milyon olan Türkiye bugün 80 milyonu aşmışken, vatandaşlık haklarını yeniden kazanmak isteyen insanları reddetmeye çalışmak gerçekçilikten uzaktır.

İspanya, Portekiz, Almanya ve Avusturya gibi bazı Avrupa ülkeleri; sürgüne gönderdiği, soykırıma uğrattığı ya da bu süreçler nedeniyle vatandaşlıklarını kaybetmiş kişilere ve onların torunlarına yeniden vatandaşlık hakkı tanıyan yasal düzenlemeler yapmıştır. İspanya (2019’a........

© Bianet