menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Oval Ofis’te Trump ve Ramaphosa: Musk’ın 'beyaz soykırım' yalanı

9 0
22.05.2025

ABD Başkanı Donald Trump, 21 Mayıs’ta Oval Ofis’te ağırladığı Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa’ya beklenmedik bir “sahne” kurdu. Işıklar karartıldı, dev bir ekran açıldı ve Trump, yerel muhalif siyasetçilerin “Kill the Boer” şarkıları söylediği görüntüler ile beyaz haçlarla dolu arazilerin drone çekimlerini “beyaz çiftçilere yönelik soykırım kanıtı” diye sunarak konuğunu köşeye sıkıştırmaya çalıştı.

Ramaphosa’nın Beyaz Saray randevusu; Trump’ın Güney Afrika’ya uyguladığı kalkınma yardımı kesintileri, yüzde 30’luk gümrük tarifesi tehdidi ve Pretoria’nın (Güney Afrika’nın 3 resmi başkentinden, idari başkent olanı) İsrail’e açtığı soykırım davası nedeniyle, ülkenin büyükelçisini sınır dışı etmesinin ve 59 beyaz Güney Afrikalı'ya sığınma hakkı tanımasıyla gerilen ilişkileri “sıfırlama” amacı taşıyordu.

ABD, Güney Afrika’nın ikinci büyük ticaret ortağı; Ramaphosa bu nedenle ticareti, kritik mineralleri ve teknoloji iş birliğini masaya getirmek istiyordu.

Trump’ın video sunumunda 2020’deki Ekonomik Özgürlük savaşcıları (EÖS) partisinin bir etkinliğinden alınma, gerçekte mezar olmayan sembolik haçlar da vardı. Reuters’in incelemesine göre bu görüntüler gerçeği yansıtmadığı gibi, ülkedeki cinayet kurbanlarının çoğu da siyah Güney Afrikalılar. Trump buna rağmen “toprakların gasbedildiğini, beyazların öldürüldüğünü” söyleyerek Ramaphosa’dan “soykırım yok” tezini çürütmesini istedi.

Nelson Mandela’nın mirasını sahiplenen Ramaphosa, Trump’ı yatıştırmak için ilk başta önce golf sevgisine hitap etmişti halbuki: Ona 14 kiloluk bir “Güney Afrika Golf Sahaları” albümü hediye etti; yanında efsane golfçüler Ernie Els ve Retief Goosen ile milyarder Johann Rupert’i getirdi.

Sunum sırasında Güney Afrika doğumlu Elon Musk da salondaydı; Musk aylarca X platformunda “beyaz soykırımı” komplo teorisini yaymıştı. Bu retorik, Trump’ın kısa süre önce 59 beyaz Güney Afrikalı'ya “iltica” vermesiyle birlikte ABD’deki aşırı sağ çevrelerde ivme kazandı. ABD basınının dikkat çektiği en çarpıcı ayrıntı ise Güney Afrika doğumlu milyarder Elon Musk’ın tüm oturum boyunca tek kelime etmemesi oldu. Trump, kameralar karşısında “Elon’u da bu işe karıştırmak istemiyorum” diyerek Musk’a doğrudan konuşma fırsatı tanımadı; Musk ise arka planda bir koltuğun kenarında ayakta durmakla yetindi, çünkü Musk’un yalanı toplantının ana gündemindeydi.

Ramaphosa, Oval Ofis’te Trump’ın öne sürdüğü “beyaz soykırımı” iddialarını kesin bir dille reddederek Güney Afrika’da hiçbir soykırım yaşanmadığını, ülkedeki cinayet kurbanlarının çoğunluğunu da aslında siyah Güney Afrikalıların oluşturduğunu vurguladı. Eğer Afrikalı çiftçilere yönelik sistematik bir imha söz konusu olsaydı golf efsaneleri Ernie Els ve Retief Goosen ile milyarder Johann Rupert’in ve bir beyaz olan Tarım Bakanının dahi bu heyette yer almayacağını söyledi.

“Kill the Boer” (Boer Afrikanca köylü, çiftçi demek) sloganının hükümet politikası değil, çok partili demokraside marjinal bir muhalefet söylemi olduğunu söyleyen Ramaphosa, tüm vatandaşların güvenliğini sağlama sorumluluğunu taşıdıklarını belirterek “Bu konulardaki kaygılarınızı konuşmaya hazırız” diyerek Trump’u yatıştırmaya çalıştı. Eski ABD Güney Afrika Büyükelçisi Patrick Gaspard görüşmeyi “utanç verici bir gösteri” diyerek, NAACP Başkanı Derrick Johnson ise Trump’ın “ırk temelli yalanları” ve “Amerika Birleşik Devletleri başkanının Oval Ofis'te yalanları ve propagandayı desteklediğini duymak açıkçası iğrenç” diyerek kınadı.

Ramaphosa ziyaretin ardından “Gayet iyi geçti” diyerek tansiyonu düşürmeye çalışsa ve yanında gelen heyetin ABD’in yatırımlarının Güney Afrika için ne kadar önemli olduğunu vurgulasa da, asıl olarak Washington’un Afrika’daki nüfuz yarışında Pekin karşısında elini zayıflatma, Pretoria’nın ise BRICS içinde ABD’ye mesafeyi açma riski var.

Trump’ın Güney Afrika heyetiyle görüşmesini, olmayan bir “soykırım’’ ile başlatmasının arkasında, bu heyeti baskı altına alıp, kendi isteklerine boyun eğdirme siyaseti yatıyor. Bununda sonuçlarını Trump kısmen de olsa gördü, Ramaphosa ticaret-maden paketi önerdi toplantının sonunda.

Mandela sonrasında bile Güney Afrika, apartheid sisteminden kalan sorunlarını hâl3a çözebilmiş değil. Siyah nüfusun çoğu yoksulluk sınırının altında yaşar iken, madenler ve çiftlikler eski rejimdeki özel mülkiyet ilişkilerini sürdürerek devam ediyor. Elektrik kesintilerinin gölgesi altında günlük yaşamda birçok işlem kesintiye uğruyor. Mevcut durumda, çeteleşme ve soygunlar Güney Afrika’nın çözemediği sorunların devamı niteliğinde.

Trump'ın videoda gösterdiği Ekonomik Özgürlük Savaşçıları (EÖS) ise 26 Temmuz 2013’te Mandela’nın partisi ANC’in Gençlik Birliği’nden ihraç edilen Julius Malema ile Floyd Shivambu’nun başını çektiği çekirdek bir kadro tarafından kuruldu. Parti kendini “radikal sol-pan-Afrikacı, Marksist-Leninist ve Fanoncu” olarak tanımlıyor; ana program maddeleri arasında topraksız köylülere yönelik tazminatsız toprak kamulaştırması, madenlerin, bankaların ve stratejik sanayinin kamulaştırılması, ücretsiz yükseköğretim ve Afrika çapında ekonomik entegrasyon yer alıyor. Bunun yanı sıra bu partinin Batı karşıtı, ABD-eleştirel söylemi, onu Çin ve Rusya gibi aktörlerle “stratejik yakınlık” kurmaya açık bir pozisyona getiriyor—bu da Washington’un Pretoria’ya bakışını sertleştiren faktörlerden biri olarak öne çıkıyor. Trump Malema’nın tutuklanması gerektiğini toplantı da söyledi.

Bu dönemde Washington’un Pretoria’ya bakışı artık “stratejik ortak”tan çok, Çin’in Afrika’daki nüfuzunu sınırlayacak bir dönemeç arayışına dönüştü. BRICS üyeliği, kritik platin ve mangan rezervleri ile Pekin’le savunma-uzay iş birliğini ilerleten Güney Afrika, ABD için Hint-Pasifik satranç tahtasının Afrika ayağına yerleşmiş kilit bir taş. Tam da bu yüzden Trump, Ramaphosa’yı Oval Ofis’te “beyaz soykırımı” videolarıyla sıkıştırarak yalnızca iç politikadaki kültür-savaşçı tabanına seslenmedi; aynı zamanda Pretoria’yı “Batı kampı”na mesafe koyan çok-kutuplu dış politikasından caydırmaya çalıştı.

Trump’ın sert ve tek taraflı pazarlık tarzı, Juan Chingo’nun “revizyonist aktör” tezinin canlı bir sahnesi: Hegemon, düşen üretim gücü ve Çin’e karşı teknolojik-endüstriyel dezavantajının farkında olarak çok-taraflı kurumları devre dışı bırakıp ikili baskı araçlarına sarılıyor. Bu “revizyonist” strateji, ABD’nin göreli zayıflığını telafi etme çabası olsa da, diplomasi yerine tehdide dayandığı için Afrika’daki ortakları Çin’in uzun vadeli kredilerine ve altyapı yatırımlarına daha da yaklaştırma riskini taşıyor. Oval Ofis’teki gerilim böylece, küresel düzenin hakemi konumundan düşmekte olan Washington’un yeni siyasetini özetliyor: ABD’nin çıkarlarını ön planda tutan ittifak inşa etmek bile Trump için yetersiz kalıyor, o açıktan sadakatı dayatıyor.

Bir sonraki yazımda geçen hafta Moody’s’in ABD’nin kredi notunu düşürmesini ve ABD’nin düşen hegemon olarak siyasetini ele alacağım. (VHY/TY)

Taşradan yola çıkan bir öğrencinin, sorgulamadan benimsediği hayallerle büyük şehre adım atması, aslında yalnızca bireysel bir yolculuğun değil, çok daha geniş ve derin bir zihniyetin, yani kolonyalist düşüncenin etkilerinin bir yansımasıdır. Bu hayaller, bireyin öznel arzularından ziyade, merkezin yani metropolün dayattığı normlar, başarı tanımları ve yaşam biçimleri tarafından şekillendirilmiştir. Öğrencinin zamanla karşılaştığı hayal kırıklıkları da bu nedenle yalnızca kişisel bir başarısızlık ya da uyumsuzluk olarak görülemez; tam tersine, sistematik ve tarihsel bir kırılmanın izlerini taşır. Bu kırılma, merkez-çevre ilişkisinin, taşrayı edilgen ve geri olarak konumlandıran kolonyalist tahayyülün bir sonucudur. Kolonyalist düşünce, bireyin tahayyül dünyasına sızarak ona neyin “değerli”, neyin “doğru” ve neyin “ulaşılması gereken” olduğunu dayatır. Dolayısıyla, bu öğrencinin yaşadığı düş kırıklığı, sadece kendi hayatına dair bir yenilgi değil; aynı zamanda sistemin nasıl işlediğine, bireyleri nasıl yönlendirdiğine ve hangi hayalleri meşru saydığına dair önemli bir sosyolojik göstergedir.

Toplumda "merkez" olarak kodlanan bazı coğrafyalar ve yaşam biçimleri, bu merkezin dışında kalan yerleri yani "çevre"yi değersiz, geri kalmış ve eksik olarak tanımlar. Bu mekânsal ve kültürel hiyerarşi, sadece fiziksel değil; simgesel bir ayrımı da beraberinde getirir. Bireylere, merkezde yaşamanın daha prestijli, daha anlamlı ve daha doğru olduğuna dair güçlü bir inanç sistematik olarak aktarılır. Bu inanç, yalnızca medya, eğitim ve popüler kültür aracılığıyla değil, aynı zamanda bireyin gündelik yaşam pratiklerine ve hayal gücüne sirayet ederek hegemonik bir düşünce biçimine dönüşür. Sömürge altında biçimlenen zihinler, zamanla merkezin değerlerini kendi değerlerinin yerine koyar; bu da bireyin benliğinde derin bir yabancılaşmayı doğurur.

Bir üniversite kampüsünü, büyük bir alışveriş merkezini veya ışıltılı bir sokağı çevredeki mahallelerden, köylerden ya da kasabalardan “üstün” görmek, tam da bu içselleştirilmiş kolonyalist tahayyülün bir tezahürüdür. Bu bakış açısı, çevredeki bireylerin yaşadığı mekânları, hayat tarzlarını ve kültürel formlarını sürekli olarak aşağılar ve görünmezleştirir. Kolonyalist zihniyet, çevreyi “geliştirilmesi gereken”, “geri kalmış” bir alan olarak tanımlar ve merkezdeki yaşamı idealize eder; ulaşılması gereken bir norm, bir ütopya haline getirir. Yani kültürel egemenlik, rızaya dayalı tahakküm kılığında kolayca istediğini eder. Rızaya dayalı tahakküm burada yalnızca siyasal bir üstünlüğü değil, aynı zamanda kültürel, mekânsal ve hayalî bir tahakkümü de içerir. Birey, bu hegemonik yapının içinde, kendi dünyasına dair değer yargılarını dışlar ve merkezin kodlarını içselleştirerek yaşar. Bu durum, yalnızca bireysel değil; daha geniş ölçekte sosyolojik bir çözülmeye, çevrenin sürekli yeniden marjinalleştirilmesine neden olur.

Merkezde eğitim görmek, çoğunlukla özgürleşmenin değil; sistemin kurguladığı ve bireye dayattığı hayallerin........

© Bianet