Osimhen, Duran ve Abraham: Daha çok hayal, umut ve borç
Kendini kaybedip adeta trans halinde ekrana ya da yeşil sahaya kilitlenerek bir futbol müsabakasını izlemek, kimileri için anlaşılmaz, kimileri için ise mutluluğun ve duygusal dalgalanmaların en büyük kaynağıdır. Bu yazıda, futbolun Türkiye’deki sınıfsal dönüşümünü, taraftar profilinin değişimini ve işçi sınıfının futboldan nasıl uzaklaştırıldığını tartışacağım.
Bu duygusal dalgalanmaların somutlaşmış, görece yeni bir fenomeni var. Milyonlarca dolarlık transferler üzerinde sosyal medya aracılığıyla etki yaratma imkânı. Daha önce dünya yıldızlarını her sene ayrı takımlara yazarak, bu hayali beklentiyle kendisini sattırmayı başaran bir gelenek vardı zaten. Herkesin yalan olduğunu bildiği bu habercilik anlayışı, karşılıklı tahammül ederek varlığını devam ettirdi. Buna, transfer müptelalığı diyebiliriz.
Futbol taraftarlığı, asgari ücretle yaşayıp milyonlarca euroluk transferler için baskı yapabilme (hayali) gücünü sağlıyor. Oysa yaşamın diğer alanlarında –ekonomide, siyasette, işyerinde– bu kadar büyük meblağlar üzerine bu kadar net fikir belirtme ve etki gösterme şansı asgari ücretlilere tanınmıyor. Türkiye’de işçi sınıfının yabancılaşması ve yetkisiz bırakılması, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın transfer tartışmalarında kristalize oluyor. Aylık ortalama 400 euro kazanan bir işçi, kendi takımının 100 milyon doları aşabilecek Osimhen transferine dair sosyal medyada çeşitli platformlarda görüş bildiriyor. Duran ve Abraham transferlerine ödenen yüksek ücretler örnek gösterilerek, “Diğerleri veriyorsa biz neden vermeyelim?” söylemiyle bu harcamalar savunuluyor.
Futbol bir dönüşüm içinde ve hızlı adımlarla futbol ekonomisi, taraftarlığı da değiştiriyor. Taraftar grupları, geçmişte zenginlerden oluşan kulüp yönetimlerini istifaya çağırabiliyordu. Kendi işyerinde greve gidemeyen, günlük yaşamında zenginlerle aynı ortamlarda bulunamayan taraftarlar, en azından onların yaptıkları işten uzaklaşmalarını talep edebiliyordu. Bu durum, özel mülkiyetten ve zenginlikten uzaklaştırılmış kesimlerde sahte bir tatmin duygusu yaratıyordu. Buna rağmen, çoğu zaman kendi başkanlıklarını savunma refleksi de gelişiyordu. İşyerinde kendisinden belki daha fazla maaş isteyecek işçi, kendi takımın başkanı olduğunda ona şarkılar söyleyecek bir duruma da geçebiliyordu. Bu ilişkinin prototipi Ülkerspor Basketbol Takımı'ydı mesela. Kendi fabrikasının önünden kalkan otobüslerle, biletlerini karşıladığı işçilerini maçlara götürürdü. Günümüzde futbol tribünündeki işçiler fabrikadaki diğer işçilerin maaş beklentisine cevap verilmesini talep etmek yerine, o başkanların daha çok transfer için para vermesini istiyordu. Bu durumun sorgulanması, hegemonik düşüncenin kendisini getirdiği meşruluğu gösteriyor aslında.
Son dönemde futbol tribünlerindeki taraftar profili belirgin şekilde değişti. Yeni stadyumlarda localar ve özel koltuklar aracılığıyla zenginler tribünlere adım atarken, kimisi sadece görünmek, kimisi diğer zenginlerle sosyalleşmek, kimisi ise maçlara yalnızca göz ucuyla bakmak için geliyor. Artık futbol, kendi gerçekliğinin sınırlarını aşarak bir balon ekonomiye dönüşmüş durumda. Sponsorluklar, reklam gelirleri, yayın hakları ve Avrupa kupalarının etkisiyle devasa bir transfer piyasası inşa edildi. Bahis şirketleri de dünya çapında yeni bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Gelirlerin çok önceden harcandığı, borçla büyüyen bu yapı, kulüplerin geleceğini tehlikeye atmasına rağmen hâlâ sorgulanmıyor. Bu yıl da görünen o ki transfere ayrılan paralar rekorlar kıracak. Gelecekte elde edilmesi umulan gelirler üzerinden şimdiden borçlanarak yapılan bu transferler, kulüplerin geleceğini tehdit etse de, kapitalist ekonomiye duyulan kör güvenle bu durum hâlâ sorgulanmıyor.
İkincisi, taraftarların etki alanı ve baskı kurma olanakları geçmişe kıyasla büyük ölçüde arttı. Eskiden yalnızca yalan transfer haberlerinin okuyucusu olan taraftarlar, bugün 24 saat açık YouTube yayınları, X ve diğer sosyal medya platformları aracılığıyla transfer tartışmalarında aktif bir güç haline geldi. “Yangın yapma” deyimiyle ifade edilen bu organize tepkiler, yayıncıların daha büyük, daha masraflı transferler için baskı oluşturmasına zemin hazırlıyor. Bu dinamik içinde futbolcu menajerleri, sosyal medya yayıncıları ve kulüp yöneticileri kendi çıkarları doğrultusunda yön veriyor. Ortaya çıkan yapı, sürekli olarak yeni transfer talepleriyle beslenen, medyanın ve söylentilerin şekillendirdiği bir dünyayı doğuruyor. Bu ortamda transfer bütçelerinin nasıl paylaşıldığına dair söylentiler de yapısal hale geliyor; imalar, karşılıklı suçlamalar ve belirsizliklerle dolu bir döngüye giriliyor. Artık herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği ama hiçbir şeyin tam olarak kanıtlanamadığı bir dönem yaşanıyor. Bu söylentiler genellikle başarısız transfer dönemlerinde su yüzüne çıkıyor; çünkü takımlar başarılı olduğunda, bu tür tartışmalar gündeme gelmiyor. Görünen o ki, başarıya ulaşmış ve tatmin olmuş taraftarlar, kulübün ekonomisiyle pek ilgilenmiyor.
Gelinen noktada, asgari ücretle geçinen taraftarlar özellikle üç büyük İstanbul kulübünün tribünlerinde yer bulamaz, ürünlerine ulaşamaz hâle geldi. Ancak bu, taraftarları geri çekmek yerine sosyal medya üzerinden daha talepkâr bir konumda ortaya çıkmaya itti. Artık stadyumda olmasa da dijital mecralarda sesini yükselten, transferden yönetime kadar her konuda etkili olmayı hedefleyen bir taraftar profiliyle karşı karşıyayız.
Zaten yapısal bir dönüşümün yaşanmadığı mevcut sistemde, büyük kulüplerin yönetimine yalnızca zenginler gelebilmektedir. Çünkü bu görev, iş dünyasındaki ağları harekete geçirme gücünü ve ciddi maddi kaynaklara erişimi gerektiriyor. Daha açık bir ifadeyle: Ülkeyi yöneten bir kişinin zengin olması bir şart ya da beklenti değilken, bir futbol kulübünün başına zengin olmayan birinin gelmesi ya da o görevde kalması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Tribünlerden uzaklaştırıldıkça, kulüplerin karar alma süreçlerinden dışlandıkça, taraftarların tek talebi daha çok transfer, daha fazla harcama ve hayali zaferler oluyor.
Futbol, farklı ülkelerden gelen oyuncularla kurulan enternasyonalist ve kolektif bir oyundur; başarı, takım oyununun etkinliğiyle belirlenir ve yıldız oyuncular da bu takım oyunu içinde öne çıkar. Ancak günümüzde giderek artan transfer beklentisi, futbolun bu özünden saparak bir yabancılaşma biçimine dönüşmektedir. Transfer tutkusu, yalnızca daha fazla para harcamak ve daha pahalı oyuncular almak arzusuna indirgenmiş bir anlayışı beslemektedir. Bu anlayış ne karar süreçlerine katılımı önemser ne de başka bir futbol kültürünü hayal eder; tek beklentisi, mevcut düzen içinde daha çok harcayarak başarı elde etmektir. Futbolun doğası toplumsal olarak enternasyonal bir yönelimi ve sınırların aşılmasını talep ederken, diğer yandan göçmen ve yabancı düşmanlığı yapanlarla, takımlarına daha fazla yabancı futbolcu transferi için baskı kuranların aynı kişiler olması dikkat çekici. Küçük bir hatırlatma yapmak gerekirse; bugün Almanya futbolunun en başarılı oyuncularının birçoğu göçmen ailelerin çocuklarıdır.
Taraftar gruplarının tribünlerde farklı bir duruş sergileme girişimlerini takip edersek, bu grupların içinde başka bir damarın da var olduğunu hatırlayabiliriz. Daha önce Tekel ve UPS işçi mücadelelerinde, eşcinsel olduğu için hakemlikten uzaklaştırılan Halil İbrahim Dinçdağ’ın davasında ve taraftar hakları için harekete geçen gruplarda bu damar kendini göstermişti. Bu gruplar, Gezi Direnişi’nde ise daha güçlü bir şekilde sahneye çıkmıştı. O dönemlerde aktif olan Forza Livorno oluşumunun bu süreçteki katkısını da unutmamak gerekir.
Türkiye’nin gerçekten bir futbol ülkesi olup olmadığı sorusu, amatör liglerin ve altyapı maçlarının seyirci sayılarının gerçekleriyle yanıtlanır. Boş tribünler, yetersiz altyapılar ve eğitimi sporla buluşturamayan bir sistem, daha fazla transferle örtülemez. Altyapıdaki gençlerin baş etmesi gereken sadece futbolun daha iyi öğrenilmesi için yapılması gerekilenler değil, iyi bir beslenme ve yaşamını idame (malzeme ve yol masraflarını da kapsayacak) edecek imkânlardır. Futbol ülkesi olabilmek için, çok daha fazla spor çeşidinin desteklenmesi ve bu spor imkânlarının gençliğe tahsis edilmesi gerekir. Basketbol, jimnastik, voleybol, atletizm gibi alanlarda sporcu sayılarının artmadığı bir ülkede iyi futbolcu da yetiştirmek zorlaşacaktır. Yabancılaşmanın giderek derinleştiği bu tabloda, gerçek bir spor kültürü inşa edilemez.
Fabrika işçilerinin, üretim alanlarının içinde kolektif bir ruhla ortaya çıkardığı futbol, zamanla kapitalist ekonominin en kârlı sektörlerinden biri haline geldi. Futbolcular hâlâ büyük oranda işçi sınıfı kökenliyken, Türkiye’de özellikle üç büyük İstanbul takımının tribünlerinde işçilerin sayısı giderek azalıyor. Tribünler, taraftar kimliğinden uzaklaşıp birer “müşteri” alanına dönüşüyor; artık izleyici, forma ve ürün satın alan, kombine bilet sahibi bir tüketici konumunda. Taraftarlık, yerini seyirdaşlığa bırakıyor, bu değişimin elbette ki yapısal sonuçları var. Bu gidişatı tersine çevirebilmek için passolig uygulamasının sonlandırılması, kombine sisteminin iptali ve bilet fiyatlarının asgari ücretle orantılı bir şekilde düzenlenmesi, futbolun halkla yeniden bağ kurmasının temel koşulları arasında yer alıyor.
Taraftarların, aynı zamanda birer karar mecrine dönüşmesi için, kulüp üyeliklerinin taraftarlara uygun hale getirilmesi gerekiyor. Marx’ın sanat üzerine yaptığı tespit, işçi sınıfının sanattan koparıldığı ve sanatın zenginlerin tekelinde olduğu bir dünyayı tanımlar. İşçi sınıfının kendi yarattığı spor olan futbolla olan bağı da giderek zayıflamaktadır. Daha iyi bir dünya mümkün olduğu gibi, daha iyi bir futbol da mümkün. (VHY/TY)
Ekim 2024'ten itibaren, uluslararası politik gelişmelerin ve demokratik Kürt hareketinin uzun yıllara yayılan mücadelesinin etkisiyle Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin yeni bir barış süreci başlamış durumda. Ancak süreç, hem yavaş hem de geniş toplum kesimlerini ikna etmekten uzak bir biçimde ilerliyor. Demokratik Kürt hareketinin lideri Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından 'kurucu önder' olarak tanımlanması ve kendisine uzun yıllardır uygulanan hukuksuz tecridin kaldırılması, elbette önemli birer adım olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bu gelişmelere rağmen süreç, Türkiye’nin demokrasi standartlarını yükseltme ve sistemi daha kapsayıcı, katılımcı bir yapıya dönüştürme hedefinden oldukça uzak, dar ve sınırlı bir çerçevede yürütülmektedir.
Bu kısıtlı yaklaşımın temel nedeni ise, devletin barış sürecine dair söylemini yalnızca tek bir boyuta indirgemesi ve kamuoyunu bu çerçevede şekillendirme çabasıdır. AKP-MHP iktidar bloğu, Kürt sorununu yalnızca “terör” ve “güvenlik” ekseninde tanımlayarak topluma sunmakta, bu da gerçek niyetin kalıcı barışı tesis etmekten çok uzak olduğu yönündeki şüpheleri derinleştirmektedir. Oysa kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için, Kürt halkının dil ve kimlik haklarından başlayarak, son 40 yılda yaşanan ağır insan hakları ihlallerine kadar birçok alanda –hukuksal, siyasal, sosyal ve kültürel– radikal reformların hayata geçirilmesi gerektiği açıktır.
Türkiye'nin tüm coğrafyasını kapsayan kalıcı bir barış ve eşit vatandaşlık temeli üzerine inşa edilecek demokratik bir toplum isteniyorsa, etnik, inançsal ve cinsel kimlikleriyle her bireyin kendini eşit bir vatandaş olarak hissedeceği, anayasa güvencesine dayanan hukuksal düzenlemelere gitmek zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun hemen öncesinden bugüne, devletin ve onun kışkırtmalarıyla Türk-Sünni Müslüman olmayan halklara ve inanç gruplarına karşı işlenen büyük insanlık suçları, soykırımlar, kırımlar, pogromlar ve hâlâ devam eden ayrımcı politikalarla yüzleşmek kaçınılmazdır. Kadınlar ve LGBTİ lar, her gün şiddet ve ayrımcılığa uğramaya devam ediyor; bu durumu önleyici politikaların acilen geliştirilmesi gerekmektedir.
Demokrasiyi her beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret görmek, demokratik bir toplumun anayasa düzeyinde her vatandaşı eşit kılacak kapsayıcı boyutunu göz ardı etmek demektir. İktidarın ve muhalefetin eşit haklarla........
© Bianet
