Hayaletlerle yoldaşlık ya da 'Gündüz Apollon Gece Athena'
“Gündüz Apollon Gece Athena”, hem hikâyesi hem de yaratım süreci ile şimdiden Türkiye sinemasında özgün bir yerde duruyor.
Yönetmen ve senarist Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi olan yapım, şimdiye kadar Tokyo’dan Pekin’e uzanan geniş bir festival yolculuğu yaptı ve pek çok ödülle geri döndü. 26 Eylül’de Türkiye’de vizyona girmeye hazırlanan film, fantastik öğelerle kurduğu evrende izleyicisini hem gizemli hem de ironik bir yolculuğa davet ediyor.
Başrollerini Ezgi Çelik, Barış Gönenen, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Deniz Türkali ve Lale Mansur’un paylaştığı filmin merkezinde sadece masalsı bir atmosfer değil, aynı zamanda çok tanıdık duygular var: Yalnızlık, kayıp, mücadele ve umut.
Bir yandan mitolojik figürlerin gölgesinde ilerleyen bu hikâye, diğer yandan bugünün dünyasına dair sorular soruyor. Fantastiğin olanaklarını kullanarak bireysel ve toplumsal hafızaya temas ediyor, görünmeyeni görünür kılmaya çalışıyor. Böylece film, hem kişisel hem de politik katmanlarıyla, bir cesaretle yolunu açıyor.
Filmin yönetmeni Emine Yıldırım ve başrol oyuncularından Barış Gönenen ile filmin ortaya çıkış sürecini, karakterleri ve hikâyenin arka planında dolaşan politik, duygusal izlekleri konuştuk.
Filminizdeki kadın karakterlerin mitoloji, tarih ve toplumsal cinsiyet rolleri aracılığıyla birbirine bağlandığını görüyoruz. Bu tercihiniz, filmin yapım sürecinde nasıl şekillendi?
Emine Yıldırım: Bu süreç aslında başından beri vardı, yani yapım sürecinden ziyade senaryo sürecinde bu geçirgenliğe ve iç-içeliğe çok dikkat ettik. Ki, yapımcım Dilde Mahalli ile sürekli fikir yürütüyorduk. Günün sonunda kadın karakterler arasındaki bu bağlantı ve aynı zamanda farklı kadınlık hallerini sunabilmek benim için çok önemliydi, özellikle masal ve mitoloji çok seven biri olarak. Senaryo yazımı sürecinde çok fazla araştırma da yaptık; sürekli mitoloji, Anadolu antik tarihi ve Side’nin kendi tarihini derinlemesine araştırdık. Tüm oyuncularımız ne yapmak istediğimizi ve nasıl tematik bir örgü kurmak istediğimizi biliyorlardı. Dolayısıyla ensemble olarak da çok uyumlu bir bir vizyon oluştu.
Filmde Hüseyin, Nazife ve Antik Dönem rahibesi gibi çok farklı sosyo-kültürel ve tarihsel arka planlara sahip hayaletler bir araya geliyor. Bu çok katmanlı karakterler arasındaki etkileşimi kurgularken hangi anlatı stratejilerini kullandınız?
Üçü de çok farklı kişiler; ama hepsinin ortak bir noktası var. Hepsi sevdiklerini korumak kollamak için kalmışlar.
Üçü de aslında insani ve şefkatli bir yerden birbirlerine tutunuyorlar, çünkü bedel ödemenin ve sevdiklerini kaybetmenin ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. Etkileşimleri temel insani bir yerden, farklı devirden gelmeleri onları birbirlerinden uzaklaştırmıyor. Dolayısıyla etkileşimi kurgularken hem ortak noktalarına hem de hepsini kendi içinde özgün yapan öğelere odaklandım. Nihayetinde aslında Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy’nin çetesi gibi bu üç hayaletimiz de Defne’nin çetesine dönüşüyor.
Defne’nin yalnızlığını ve hayaletleri görme yeteneği üzerinden kurduğu yolculuğu nasıl tasarladınız? Bu fantastik öğeler, size hikâyeyi anlatmada nasıl bir imkân sundu?
Tür sinemasını çok severim, ülkemiz sinemamızda korku türü kendine has bir ivme kazanmış olsa da maalesef fantastik film geleneği pek yerleşik değil. Bu yolculuğu tasarlarken anlatmak istediklerimi sosyal gerçekçi bir gelenekten ziyade farklı bir yaklaşımla anlatmak istedim. Onun da ötesinde mizah benim için çok önemli bir unsur hayatta, bunu da filmin hikâyesine dahil etmek istiyordum. Tabii bu meselenin bir de bütçe tarafı var, dolayısıyla planlı ilerlemek gerekiyordu.
Fantastik ögeler bizi hem çok zorladı hem de çok imkân sundu, zira filmde hep beraber farklı; ama tanıdık bir dünya yaratmaya giriştik ve bu çok zevkliydi. Hem görsel-işitsel hem de oyunculuk olarak. Ama bu süreçte her zaman Defne karakteri ve duygusal yolculuğu benim çapamdı, Ezgi Çelik’in de burada çok büyük bir katkısı var, belirtmeden geçemeyeceğim. Defne’nin yolculuğunu, iniş-çıkışlarını, yalnızlığını; ama her şeye rağmen umudunu aktaramasaydık fantastik öğelerin altı boş kalacaktı. Ki bu diğer karakterler için de geçerli, herkesin duygusal olarak hakiki bir derdi var.
Filmde ideal olmayan bir anneliğin de mümkün olduğunu gösterdiğinizi düşünüyorum. Siz bu görüşe katılır mısınız?
Kesinlikle katılıyorum. Kadınlara yüklenen kutsal annelik rolünün fazlasıyla ataerkil bir baskıdan ileri geldiğini düşünüyorum. Çok farklı annelik hâlleri olabilir, ki oluyor da. Elbette bir anne ve çocuğu arasındaki duygusal bağın ne kadar özel ve mühim olduğunun farkındayım; ancak bu ilişkinin sürekli bir çerçeveye oturtulmaya çalışılması ve kadınlara ulaşamayacakları idealleri şart koşmak çok sağlıksız. Sonunda yine kadınlar zedeleniyor ve erkin mühendisliğini yapmaya çalıştığı toplumlarda ilk olarak kadınlar feda ediliyor.
Filmde keşfetmeye çalıştığım, kutsal biyolojik annelikten ziyade aslında anneliğin kimi zaman akışkan ve devirgen olabileceğiydi. Anneliğe atfettiğimiz sevgi ve korumacılığı bazen hayatımızdaki başka kişiler devralabilir.
Filminiz Hüseyin karakteriyle bizlere politik bir pencere de açıyor. Tüm atmosferden sıyrılıp son derece gerçek ve sert bir hikâyeye uzun süre odaklandığımız bu bölümde gözettiğiniz şey ya da derdiniz, neydi?
Filmin sadece Hüseyin üzerinden politik bir pencere açtığını düşünmüyorum, Nazife ve Antik karakterlerini işlerken de film, kadınların coğrafyamızdaki tarihi açısından tavrını koyuyor. Özellikle Antik, Hüseyin’in inandığı davanın tarihi öncülerinden. Ancak Hüseyin’in sunduğu pencere, bizim hâlâ çok net bir şekilde kanayan bir yaramız ve güncelliğini spesifik bir şekilde koruyor. Dolayısıyla bu yüzden çoğu seyircimize çok başka türlü dokunuyor.
Baktığınızda tüm karakterlerin hikâyeleri çok sert; ama belki Hüseyin gibi bir karakter ilk defa sinemamızda bir hayalet olarak temsil edildiği için hikâyesinin sertliğini çok daha belirgin bir şekilde hissediyoruz. Bunun da ötesinde Hüseyin, Defne’nin en yakın olduğu kişi filmde, Defne’yle beraber en çok onu tanıyoruz, dolayısıyla onun yaşadıkları bizi daha derinden vuruyor. Kusura bakmayın, uzun bir cevap oldu; ama derdime gelirsek, elbette derdim coğrafyamızdaki seyircilerimize; hak, hukuk ve adalet için mücadele eden birçok insanın çok ağır bedeller ödediğini hatırlatmak ve kendi mücadelemizden de vazgeçmemiz için farklı açıdan bir ilham yaratabilmekti. Hüseyin hayalet olabilir; ama elinden geldiğince uğraşıyor, bence bir hayalet bunu yapabiliyorsa, biz de yapabiliriz.
Karakteriniz, Defne’nin annesini bulma yolculuğunda önemli bir rol oynuyor. Siz bu rolü nasıl yorumladınız, karakterinizin varlığı hikâyedeki hangi tematik boşluğu dolduruyor?
Barış Gönenen: Hüseyin, Defne’nin annesini arama hikâyesindeki ilk yol arkadaşı. Film aslında hikâyelerimizi tamamlama yolculuğunda bulduğumuz yol arkadaşları ile ilgili. Yani kendi aileni kurmak, yola kimlerle çıktığını seçmekle ilgili. Hüseyin; filmde karşılıksız olarak birini sevmek, onun yanında olmak, hikâyenin bir parçası haline gelmekle ilgili. Hüseyin tam olarak hikâyenin bu boşluğunu dolduruyor. Hiçbir karşılık beklemeden Defne’nin yanında duruyor. Zaten Defne’nin de bunu anlaması uzun bir zaman alıyor. İçinde olduğumuz dünyada karşılıksız sevgiyi unutuyoruz hepimiz, Defne gibi. Hüseyin bunu hatırlatmak için orada. Emine’nin Hüseyin’le ilgili söylediği bir söz vardı provalarda o benim için çok önemli oldu: “Hüseyin bu filmin kalbi”.
Karakterinizin “faili meçhul” olması, onu diğer hayaletlerden farklı kılıyor. Bu belirsizliği ya da farkı, siz nasıl değerlendirdiniz?
Ben açıkçası role hazırlanırken bu durumun içinde çok durmadım. Hüseyin’in de film boyunca konuştuğu bir konu değil zaten. Çok büyük acıların ve büyük hikâyelerin içinden geçmiş insanlarda bunu sindirmenin bir sakinliği olduğunu düşünüyorum.
Hüseyin kendi acıları ile yaşayan biri değil. İyi kalpli bir insan ve bu dünyada yaşadığı büyük acılar ve haksızlıklar onu kötü biri yapmamış, kalbini taşlaştırmamış. Benim ilgilendiğim kısım bu oldu. O bir yoldaş aslında. Hayattayken de öyleydi şimdi de öyle.
Genel olarak, filmdeki fantastik ve tarihi öğelerle etkileşim içinde olmak oyunculuk yaklaşımınızı nasıl etkiledi?
Açıkçası role hazırlanırken onun ölü biri olduğu bilgisiyle ilgilenmedim. Ölü biri nasıl oynanır, onu anlamak mümkün değil zaten. Bu dünya, bu coğrafya; hikâyesi yarım kalanlarla dolu. O yüzden benim odaklandığım şey yarım kalan hikâyeler oldu.
Defne, Hüseyin, Nazife ve Antik Dönem rahibesi gibi diğer karakterlerle sahnelerde kurduğunuz etkileşimlerde özel olarak dikkat ettiğiniz noktalar nelerdi?
Bütün rollerin arasında şöyle bir bağ var; hepsi erkeklerin kurduğu bu sistem içinde –benim oynadığım rolde de devleti/sistemi bir erkek yapısı olarak değerlendirerek– hikâyesi yarım bırakılmış, düzenin dışına itilmiş insanlar. Dolayısıyla aralarında çok güçlü bir bağ. Emine o dünyayı mükemmel örmüş. Hepsi bu erkek dünyanın mağdurları olduğu için aralarında politik bir kesişimsellik var. Haliyle oturup bunu konuşmalarına gerek yok. Nazife toplumun normlarına uymayan bir kadın olduğu için büyük bedeller ödüyor, antik genç kadınları korumak için kendini kurban ediyor, Hüseyin ise daha iyi bir dünya hayali kurduğu için. Hepsinin hikâyesi ayrı; ama hepsi bu kurgu dünyanın içinde kendileri oldukları için bedel ödemiş insanlar. Bu yüzden aralarında çok güçlü bir bağ var. Bu bağ, bir dayanışmaya dönüşüyor ve birbirlerinin hikâyelerini tamamlamak için yoldaşlık kuruyorlar. Filmin en değerli tarafı da bu galiba; sisteme karşı ezilenlerin dayanışmasını zarifçe ve mizahla anlatışı.
Mekân olarak Side Antik Kenti’ni seçerken tarihi atmosferi filmle nasıl uyumlu hâle getirdiniz?
Emine Yıldırım: Ben değil de, Side beni seçti sanırım. Yıllar önce bir kış vakti, Side’ye tek başıma gitmiştim. Mekâna ve duygusuna hayran kalmıştım. Tarihin bu kadar belirgin olduğu bir mekânda kendinizi çok küçük ve önemsiz hissediyorsunuz. Bunu iyi anlamda söylüyorum. Beşeri olarak insanı çok rahatlatan bir yer. İnsanlar benzer dertleri çağlar boyunca yaşamışlar ve bir şekilde de hayatlarına devam etmişler. Coğrafyamızın kadim tarihini bu kadar duyusal bir yerden yaşayınca insan kendini daha az kayıp hissediyor. Dolayısıyla, o sırada zaten kafamda geliştirdiğim “kayıp bir kadın” olan Defne’nin hikâyesi, mekânını bulmuş oldu. O noktadan sonra senaryo organik bir şekilde karakterler ve mekânın birlikteliği üzerinden ilerledi.
Filminizde öne çıkan bir diğer unsur müzikler. Barış Diri ile çalışmak sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Barış Diri’yle daha önce yapımcılığını yaptığım Ramin Matin filmlerinde beraber çalışmıştık, dolayısıyla birbirimizi iyi tanıyoruz.
Kendisini hem insan hem de müzisyen olarak çok sevdiğim için asla başkasını düşünmedim müzik sürecinde. Barış’la senaryo sürecinden beri filmin müziklerini konuşuyorduk zaten. Haliyle filmin yapımına çok erken dahil oldu ve çok verimli bir şekilde beraber çalıştık. Filmdeki departman başlarının hepsini alanlarında sanatçı olarak görüyorum, dolayısıyla Barış’ın kendi sanatsal vizyonunu da icra etmesi benim için çok önemliydi. İkimiz de müziğin hikâyeyi daha da ayaklandırmasını ve karakterlerimize eşlik etmesini istiyorduk. Finalde ikimiz için de çok güzel bir çalışma süreci oldu.
Filminiz şu anda birçok uluslararası festivalde izleyiciyle buluşuyor ve çeşitli ödüllerle dönüyor. Bu başarıya dair ne söylemek istersiniz?
Çok mutluyum. Her zaman böyle bir şans nasip olmuyor. Filmin dünyanın farklı yerlerinde böyle samimi bir şekilde kucaklanması ekip olarak hepimizi çok mutlu ediyor. Demek ki insanlara iyi geliyor, başından beri de dilediğim ve uğraşlarımızın amacı buydu. Tek bir kişi için bile bu film umuda dair bir kapı açıyorsa, kendime olan sözümü yerine getirmiş hissediyorum. (TY)
Belgeselin başında Kırgızistan’ın etrafı yüce dağlarla çevrili yayla manzarasında tahıl balyalarını tatlı bir meyilden aşağıya yuvarlayan nezih bir erkek topluluğuyla tanışıyoruz.
Görüntülerin çekildiği anlar için ışığın ideal olduğu saatlerin seçilmiş olması, kadrajların gayet isabetli ve kapsayıcı ayarı coğrafyanın hakkını vermekle kalmıyor, seyirciyi adeta bir masal diyarına taşıyor.
Kırsal kesimde kadınların da tarımla uğraşması klişesine aykırı olarak, gözümüzün tarlalarda iki cinsiyetten çiftçi araması sonuçsuz kalıyor ve kamera erkek kahramanlarımıza yaklaştıkça bunun sebebini anlar gibi oluyoruz.
Sanki belgesel ekibi orada diye belirli bir tavır içinde olan ve mevzubahis çekimler için adeta hazırlanmış gibi duran çiftçi erkekler aralarında sohbet ederken baklayı ağızlarından çıkarıyorlar.
Muhabbet, köy kadınlarının futbolla iştigal etmesinin ve takıntılı şekilde sürdürdükleri bu faaliyetten dolayı çocuklara benziyor olmalarının etrafında dönüyor. Bunu söylerlerken erkeklerin köyün kadınlarını yargılıyor veya aşağılıyor olduğu hissine kapılmıyoruz. Daha çok bir şaşkınlık sonucunda önüne geçilemeyen bir dedikodu enerjisi yayıyorlar veee “Ya erkeklerden daha iyi oynarlarsa?” lafı, sanki tüm mesele bundan ibaretmiş gibi bir tanesinin ağzından dökülüveriyor.
Lakin “Filmin esas argümanını anladım” hissini anında aşılayarak açılış bölümünün sonunda can alıcı şekilde patlatılan kilit cümle sonradan muhtelif epizotlarla desteklenemiyor; mevzubahis cümle erkeklerin evrensel çaptaki korkularını ziyadesiyle ifade etmesine rağmen, adamların samimi hislerini hakikaten yansıtıp yansıtmadığı şüphesini de doğuruyor. Hatta senaryo yazarları tarafından yazılıp onlara ezberletildiği veya en azından provası yapıldıktan sonra sahibine tekrar söyletildiği paranoyasını tetikleyebiliyor.
Bu tip belgeseller artık bayatlamış ve tedavülden kalkmamış mıydı?
Santra Vuruşu (Kick-Off) adlı belgesel, seyirciyi yurt sathında takriben 900 kadın futbolcuya sahip Kırgızistan’nın 10 ayrı takımda 80 kadının top koşturduğu Köktaş Köyü ligine sürüklüyor.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adlarını gördüğümüz iki sinemacı, İspanya’dan Roser Corella sinematografide de, İtalya’dan Stefano Obino montajda da maharetlerini konuşturuyorlar.
2025 Almanya yapımı 77 dakikalık film Selanik Uluslararası Belgesel Festivali’nde yarışma filmleri arasına girme başarısını göstermişti. Oysa günümüzde, bilhassa Müslüman memleketlerde asırlar boyunca ezilmiş kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık şüphesiz gerekli olsa da, Batılı gözün hâlâ oryantalizm tuzağına düşme ihtimalini gözetmekte fayda vardı.
Tamam, filmde bazı kocaların eşlerini futbol antrenmanına katılma müsaadesinden mahrum bıraktığını duyuyoruz. Fakat yalnız Doğu’da veya Batı’da değil, tüm gezegende kadınların maruz kalmaya devam ettiği muamele gözönüne alındığında, kadın hakları hususunda profesyonel dejenerasyonumdan ötürü de olabilir, Köktaş’ta resmedilen cennetvari manzaraya tam olarak inanmakta zorluk çektim.
Filmde kadınların futbol hevesini yüreklendiren, antrenmanlarını organize eden, profesyonel hakemleri ücret karşılığında uzaklardan getirten kadın aktivist Gazi tabii ki ilk andan itibaren, bilhassa tok sesi ve disiplinli tavrıyla seyirciyi cezbetmiyor değil. Amaç geleneksel hayatta kadınlara reva görülen rollerden kadınların bir nebze sıyrılması, ataerkil toplum içinde belli bir farkındalık, kuvvet ve bağımsızlık kazanarak ferdiyete doğru yönelmesi. Hürriyet,........
© Bianet
