“Her şey yıkılırken bacalar neden ayakta kalıyor?”
Eren İnönü, kentin “görünmeyen anıtları” olarak nitelendirdiği bacaları fotoğraflayarak Galeri Işık Teşvikiye’de izleyiciyle buluşturuyor.
“Görünmeyen Anıtlar” sergisi, 1 Kasım 2025 Cumartesi gününe dek ziyaret edilebilecek.
Özellikle sanayi yapıları, su kuleleri, maden bacaları, depolar, silolar ve diğer fabrika binalarını sistematik ve nesnel bir biçimde fotoğraflamalarıyla tanınan Bernd ve Hilla Becher’in endüstriyel tipoloji yaklaşımından ilham alan İnönü, bu nesnel bakışı kendi estetik perspektifiyle yorumlayarak bacaları gökyüzüne uzanan siyah-beyaz karelerde konumlandırıyor.
Mimar ve sanatçı Buşra Tunç’un mekânsal kurgusu ise sergiye deneyimsel bir boyut katıyor.
Eren İnönü ile sergisini, fotoğrafladığı bacaları ve kente bu açıdan bakma tercihinin nedenlerini konuştuk.
“Her şey yıkılırken bacalar neden ayakta kalıyor?” sorusuna sizi götüren kişisel ya da görsel bir an var mıydı?
Bu sorunun cevabı aslında 2009’da, Barselona’da Casa Mila binasında saklı. Gaudi’nin bacalarına baktığımda, sıradan bir teknik elemanın nasıl bir mimari ifadeye dönüşebildiğini fark ettim. Sonra kendi geçmişime döndüm —40 yıl boyunca brülör sanayinde çalışmış, yüzlerce baca çizimi ve kurulumu görmüş biri olarak, bu yapıların hem işlevsel hem sembolik anlamını yeniden düşündüm.
İstanbul’un içinde yıkılan fabrikaların, ısı santrallerinin ardından, o bacaların hep ayakta kaldığını fark ettim. Belki bu yüzden “her şey yıkılırken” sorusu benim için bir merak değil, bir gözlemden doğan farkındalık oldu.
Bacaları bir tür “kentin görünmeyen anıtları” olarak konumlandırıyorsunuz. “Anıt” kelimesini biraz açabilir misiniz?
Anıt kelimesi bana göre her zaman iki anlam taşır: biri hatırlamak, diğeri unutmak.
Bazı anıtlar kahramanlık anlatır; bazılarıysa sessizce bir dönemin sonunu. Bacalar da öyle. Bir yandan sıcaklığı, emeği, üretimi temsil ediyorlar; öte yandan endüstri çağının geride bıraktığı yorgunluğu ve tükenmişliği. Benim için bu bacalar, görünmezlikleriyle zaten “anıt” olmayı çoktan hak etmiş yapılar. Onlar kimsenin hatırlamadığı bir geçmişi, hâlâ gökyüzüne doğru taşıyorlar.
Endüstriyel üretimin simgesi olan bacaları kentin “solunum organı” olarak görmek, ekoloji ile kentin kolektif hafızası arasında nasıl bir bağ kuruyor?
Bir şehir nefes alabiliyorsa, bu, onun geçmişiyle barışık olduğu anlamına gelir. Bacalar bu nefesin en görünür, ama aynı zamanda en unutulan simgeleri. Bugün enerji üretimi, iklim krizi ve yapay zekâ gibi çağdaş meselelerle birlikte, “ısı” ve “tüketim” kavramlarına yeni anlamlar yükleniyor. Benim için baca, hâlâ o eski enerjinin metaforu: Hem nefes veren hem de kirleten bir varlık. Sergideki fotoğraflar, bu ikilemi –yani yaşamı sürdürenle tahrip edeni– aynı karede tutmaya çalışıyor.
Bacaların bugün taşıdığı sessizlik, bir zamanların kalkınma idealleriyle nasıl bir diyalog kuruyor sizce?
O sessizlik, aslında bana çok gürültülü bir geçmişi hatırlatıyor. Cumhuriyet’in ilk sanayi hamlelerinden özel sektöre kadar, bacalar hep “ilerleme”nin dikey sembolüydü. Bugün aynı bacalar, artık üretimden çok terk edilmişliği temsil ediyor. O yüzden onların sessizliği bana hem gurur hem de hüzün hissettiriyor —bir dönemin umutlarının taş yapılar içinde donup kaldığı bir sessizlik bu.
Fotoğraflarınızda bacalar gökyüzünün boşluğuna yerleştirilmiş gibi duruyor. Bu boşluk sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
O boşluk aslında bir tür sessizlik alanı. Bacayı bulutlardan arındırılmış bir gökyüzü ile fotoğrafladığınızda izde, onun biçimi dışında hiçbir şey kalmaz —işlevi, tarihi, hatta yeri bile silinir. O zaman izleyiciyle yalnızca form üzerinden bir diyalog kurabilirsiniz. Belki de o boşluk, hafızayla unutma arasındaki alandır. Görünmeyenin nefes aldığı yer.
Mimar ve sanatçı Buşra Tunç’un tasarladığı “kabuk” yapısı sergiyi bir deneyime dönüştürüyor. Bu işbirliği nasıl gelişti?
Buşra Tunç, benim fotoğraflarımda hissettiği “içeriden bakış” fikrini mekâna taşımak istedi. Kabuğu andıran o yapı, izleyiciyi bir bacanın içindeymiş hissine yaklaştırıyor. Kabuğun içinde gösterilen fotoğraflar basılan siyah beyaz fotoğrafların aksine orijinal renkli halleri ile seyirciye aktarıldı ve özellikle videolardaki mekanik sesler ile teşhir edilen siyah beyaz fotoğraflar arasında bağlantı kuruldu.
Ben fotoğraflarla dışarıdan bakarken, Buşra içeriye davet eden bir form yarattı. Bu sayede sergi, yalnızca bir görsel deneyim değil, mekânsal bir farkındalık yolculuğu haline geldi. Fotoğraf ve mekân aynı dili konuştu.
Sizce kentlerin hafızasında hangi yapılar görünmez kalıyor ve neden bacalar bu görünmezliğin merkezinde?
Kentler, göz hizasındaki yapıları hatırlar. Oysa bacalar hep yukarıda —görünür ama fark edilmeyen bir yerde. Bu yüzden onlar bir tür “görsel kör nokta”da yaşar. Benim için bu görünmezlik, tam da sanatın........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d