menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sağlamcılığın bedene yaklaşımı olarak “es-tetikçilik”

14 1
12.07.2025

Kapitalist tüketim kültürünün moda ve kozmetik sektörü üzerinden “normalleştirdiği” beden algısı, engelli bedenlerine yönelik sistematik bir saldırı rejimi olarak işlemektedir.

Mevcut estetik kültürü, yalnızca “güzellik/güzel görünme” arzusunun değil, aynı zamanda normatif bir beden siyasetine tabi olmanın göstergesi hâline getirilmiş durumdadır. Gittikçe büyüyen bir sektör olarak bedenin şekillendirilmesine yönelik “estetik müdahaleler” sağlıklı olma arayışını geçmiş, hatta sağlığı ve yaşam hakkını tehdit eder boyuta ulaşmıştır.

Bu müdahalelerin; toplumsal cinsiyet, yaş, ırk ve özellikle de engellilik ekseninde kurulan normatif yapının yeniden üretildiği bir zemini temsil ettiğini ifade edebiliriz.

Bu bağlamda “es-tetikçilik” olarak adlandırabileceğimiz bu eğilim, bireylerin bedenlerini piyasa güdümlü estetik ideallere göre biçimlendirmeye zorlayan, derinlemesine düşünüldüğünde politik bir tahakküm biçimi olarak ortaya çıkmış durumdadır. Özellikle engelli bireyler için bu normların dayatılmasının, engellilere yönelik ayrımcılığı daha da sistematikleştirdiği bilinmelidir.

Engelli ve yaşlı bedenleri daha görünmez, arzulanmaz ve değersiz kılan bu egemen yaklaşım, bir ayrımcılık türü olan sağlamcılığın tezahürleridir. Sağlamcılık (ableism) rejiminin estetik alandaki yansıması olan ve doğrudan bir dehumanizasyon süreci işleten bu tezahürler, engelli yaşam alanlarını daraltan bir etkiyi açığa çıkarmaktadır.

Estetik müdahalelerin çeşitliliği ve yaygınlığı dikkate alındığında, bu alandaki baskının sistematik niteliği daha net ortaya çıkar. Saç ekimi, dudak dolgusu, çene küçültme, burun estetiği, meme dikleştirme, karın germe, kalça büyütme (BBL), liposuction, lazerle ten rengi açma ve birçok anti-aging müdahaleleri içeren işlemler, sadece güzellik arzusu değil, normatif bedensellik baskısının sonucudur.

Engelliliğin ise bu normatif sistemin dışlayıcı mantığında “aşılması gereken bir kusur” olarak konumlanması, bireyi yalnızca estetik olarak değil; etik olarak da, hak sahibi bir yurttaş olarak da değersizleştirmektedir. Tıbbi, homofobik, cinsiyetçi ve ırkçı ideolojik eğilimleri de barındıran bu durum; engelliliği, biyomedikal müdahale ile “düzeltilecek” bir sapma gibi gösterir; dolayısıyla engelli birey de ancak dönüştürülerek kabul edilebilir hâle gelir.

Bu es-tetikçi rejimin bedensel özerklik ve sağlık açısından yarattığı riskler de azımsanamaz. Anoreksiya riskinin ve bu nedenle ölümlü vakaların yayılması, es-tetikçiliğin bir sonucudur. Yine, Brezilya Kalça Kaldırma (BBL) ameliyatları es-tetikçi cerrahi müdahaleler arasında en yüksek ölümle sonuçlanan vakalara sahiptir.

Saç ekimi ve diğer estetikçi müdahalelerin ölümlü, yaralanmalı vaka sonuçları giderek artmaktadır. Bu örnekler, estetik müdahalelerin sadece kozmetik değil, etik ve politik bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Engelli bireyler bu ortamda yalnızca fiziksel değil, varoluşsal bir baskı altına alınmakta; “norm dışı” bedenleri sistematik olarak dışlanmakta ve “tedavi” edilmesi gereken nesneler hâline getirilmektedir. Es-tetikçilik bu anlamda, engelli bedenin hem yok sayılması hem de “yeniden inşa” edilmesi dayatmasıyla işleyen ikili bir baskı rejimi olarak görülmelidir.

Bu baskı rejimine karşı geliştirilecek etik perspektif, bedensel çeşitliliği patolojikleştirmeyen ve bireyin olduğu haliyle görünür olma hakkını esas alan bir anlayışı gerektirmektedir. Engelli bireylerin estetik normlara uymak zorunda kalmadan, olduğu haliyle toplumsal kabul görmesi yalnızca bireysel değil, yapısal bir dönüşümü zorunlu kılar.

Medya temsillerinden sağlık politikalarına, eğitimden şehir planlamasına kadar her alanda beden çeşitliliğinin ve engellilik deneyiminin onurlandırılması bu dönüşümün ön koşuludur. Birçok engellinin destekleyici teknolojiler aracılığıyla özgürleştiği bu dönemde bedene yönelik bu es-tetikçi saldırı, özgürlük alanlarını daraltmaktadır.

Es-tetikçi "norm-al güzellik" algısı, toplumda sadece görünüm üzerinden bir norm koymakla kalmaz; aynı zamanda bu normlara uymayan bireyleri sosyal, psikolojik ve yapısal dışlanmaya maruz bırakır. Engelli bireyler bu durumdan en çok etkilenen gruplar arasındadır. Es-tetikçilik ve her karşılaşmada yöneltilen “bezdirici merhamet soruları” birçok haksızlığa yol açar:

Bu sağlamcı ve estetikçi vakalarda sorun engellilik değil, “normal” estetiğe saplantılı ve dışlayıcı zihniyettir. Bu yapıyı dönüştürmek ise ancak görünürlük, kapsayıcılık ve bilinçlenmeyle mümkündür.

Sonuç olarak, es-tetikçilik yalnızca bireysel tercihlere indirgenemeyecek kadar politik, yaygın ve yapısaldır. Özellikle engellilik perspektifinden bakıldığında, bu kültürün yeniden ürettiği normlar yalnızca bir beden politikası değil; insanlık statüsünü belirleyen dışlayıcı bir toplumsal rejimdir. Bu nedenle, dayatılan estetik normlara karşı direnç; yalnızca güzellik “idealine” değil, aynı zamanda sağlamcılığa ve onun doğrudan dışladığı yaşam biçimlerine yönelik etik bir karşı duruş olacaktır.

(SO/HA)



Afganistan’da 1978’de yapılan devrimi bir takım reformlar takip etti. Kadınların örgütlenmesi, kadın hakları için mücadele daha güçlendi. Toprak reformu ile topraksız köylülere toprak verildi. Eğitim ve sağlık alanlarında yapılan düzenlemeler ile her ikisine erişim kolaylaştırıldı. Kız çocuklarının eğitime daha çok ulaşabilmesi hedeflendi. Reformlar toplumsal hayatı olumlu etkilemiş olmasına rağmen yeterince hayata geçirilemedi.

ABD’nin emperyalist çıkarları açısından Asya önemliydi. Sovyetler Birliği’nin burnun dibindeki Afganistan demokratik cumhuriyet rejimi hedefiyle yeni bir yola koyulmuşken, bir de Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içindeyken bu durum ABD’nin keyfini kaçırıp dikkatini oraya yoğunlaştırmasına neden oluyordu.

Aralık 1979’da itibaren Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi, siyasi açıdan etki alanını genişletmesi, devrimle başa gelen iktidarın gerici güçleri zayıflatan reformlar yapması ABD açısından kaygı vericiydi. Bu nedenle resmen Carter Doktrini olarak ilan edilen, kamuoyunda “Yeşil Kuşak” adıyla bilinen antikomünist stratejisini devreye soktu.

ABD’nin emperyalist çıkarları için Orta Doğu ve Asya’daki varlığını güçlendirmesi gerekiyordu. Sovyetler Birliği ile Orta Doğu ve Asya’da yürüttüğü komünizm karşıtı mücadelenin arkasında bu nedenler bulunmaktaydı.

ABD bölgeye İslam dini üzerinden girmeyi planladı ve bunun stratejisi olan Yeşil Kuşak Projesini devreye soktu. Pakistan’da ve Afganistan’da 43 farklı ülkeden topladığı cihatçı erkeklere yıllarca silah eğitim verdi. 1982’den 1992’ye dek 35 bin cihadist Afganistan ve Pakistan’daki kamplarda, medreselerde buluşturuldu, yan yana getirildi, örgütlenmeleri için olanak ve destek sağlandı.

Farklı ülkelerden gelen cihatçıların aralarında kurdukları iletişim ağları daha sonra dünyanın başına bela olacak radikal İslamcı cihadist çeteler ve örgütler kurmalarına neden olacaktı.

Tahminlere göre bu dönemde 100 binden fazla radikal unsur Pakistan ve Afganistan’a giderek ABD’nin kontrolü altında antikomünist mücadeleye katıldı. Demokratik Afganistan Cumhuriyeti’nin yerine mücahitlerin kurduğu radikal İslamcı Afganistan kurulur. Artık lafta ABD karşıtı olsa da pratikte ABD’nin çıkarları için ve onun stratejisi doğrultusunda savaşan on binlerce Radikal Müslüman savaşçı vardı.

ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi nedeniyle sadece Afganistan radikal İslamcılar tarafından yaşanamaz bir cehenneme (en çok da kadınlar açısından) dönüştürülmekle kalmadı, özellikle Orta Doğu bugünlere dek gelen savaşların, katliamların yaşandığı bölge olmaya devam etti. Afganistan’daki cihadist gruplar, El Kaide, IŞID, Suriye’deki HTŞ gibi radikal İslamcı örgütler ABD ve Batı’nın stratejileri ile desteklenerek güçlendirilmiş, kimi örgütler de bizzat ABD tarafından kurulmuş ya da kurdurulmuştu.

Soğuk Savaş döneminde ABD, İslam’ı bir araç olarak Sovyetler Birliğine karşı kullanma planını geniş bir coğrafyada devreye soktu. ABD’nin bu stratejisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından da döneme ve ihtiyaçlara uygun olarak, farklı adlandırmalarla sürdürüldü. Hala da devam etmekte.

ABD’nin Orta Doğu ve Asya’da sömürgeci çıkarları için Soğuk Savaş döneminde İslam’ı araçsallaştırması stratejisinde Türkiye’deki İslamcı yapılar ve unsular da etkili şekilde görev aldı. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin NATO üyesi olması idi. Diğer neden Türkiye’nin coğrafi konumu ve yanı sıra nüfusunun çoğunun Müslüman olmasıydı. Bir diğer önemli gerekçe ise Türkiye’deki İslamcı örgütlerin ve yapıların bölgedeki diğer İslamcı gruplarla aralarında bağların, etkileşimlerin olmasıdır. Böylece ABD kendisinin giremediği, etkileyemediği grupları etkilemesi için Türkiyeli İslamcıları kullanıyordu.

Fethullah Gülen başta olmak üzere siyasal İslamcı gelenekten gelen ya da gelmeyen siyasi birçok parti başkanı ve lideri Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD emperyalizminin çıkarları için çalıştılar.

Yine iktidarları döneminde İsrail ile en çok siyasi ve ticari antlaşmaları siyasal İslamcı iktidarların yaptığı sır değil.

Bu tutum bugün de devam etmekte. Siyasal İslamcılar için İsrail ile ticaret Gazze’nin yok edilmesi pahasına kârlı bir iş. Necmettin Erbakan’dan devamcılarına dek Yeşil Kuşak Projesi’nden destek alarak büyüyen İslamcı çevreler, tarikatlar az sayıda değil ve aktif olarak politikanın içinde gizli-açık çeşitli formlara bürünerek yer almaya devam ediyor.

Misyonunu tamamlayan Yeşil Kuşak Projesi 1990’lı yıllardan itibaren bir yandan yeni cihatçı örgütler oluşturularak, öte yandan Ilımlı İslam formuna dönüştürülerek yine ABD’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’daki çıkarları için şekillendirildi.

1990’lı yıllarda öne çıkartılarak yerellerde iktidara getirilen Refah Partisi “Adil düzen” sloganı ile Ilımlı İslam’ın en güzel örneğini sergiliyordu. Cihatçı, eli silahlı, ürkütücü siyasal İslam gitmiş, yerine yumuşatılmış, “ılımlılaştırılmış” İslam konmuştu.

Erbakan’ın Refah Partisi’nden istediği performansı alamayan ABD, Recep Tayip Erdoğan ve arkadaşlarına emperyalizmin, sermayenin, patriarkanın çıkarlarını daha iyi savunacak parti olan AKP’yi kurdurdu. AKP İslam toplumunu batı kapitalizmine daha fazla entegre etmeyi hedefleyen Ilımlı İslam Projesi’nin en başarılı uygulayıcılarından biri oldu, oluyor.

Gerek Erdoğan ve ekibi gerek son süreçteki koalisyon ortağı Devlet Bahçeli’nin MHP’si, ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturduğu Yeşil Kuşak Projesi kapsamında oluşturduğu, desteklediği siyasal güçlerin devamcıları. Hem Erdoğan hem Bahçeli 1950-60’larda Yeşil Kuşak Projesi kapsamında oluşturulan “Komünizmle Mücadele Derneklerinin” tedrisatından geçmiş siyasetçilerdir.

Kurucuları arasında Recai Kutan, Fethullah Gülen, Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi isimlerinde olduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Milli Türk Talebeler Birliği........

© Bianet