'JİTEM'siz Türkiye' mümkün olacak mı?
27 Şubat’ta PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın kamuoyuna duyurduğu “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” sonrasında gelen “Ateşkes ve Fesih Kararı” birçok toplum kesiminde bu defa sürecin daha somut ilerlediği ve başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğu yönünde yorumlanıyor. Öte yanda “Terörsüz Türkiye” söylemi, siyasal iktidar temsilcilerince belirli bir süredir iç politikanın merkezine yerleştirilen bir retorik haline gelmiş durumda. Mevcut süreçle ilgili açıklama yapan her iktidar temsilcisi bu vurguyu yapmadan geçmiyor. Ancak bu söylem, Türkiye’de yaşayan herkes için aynı anlama gelmiyor. Özellikle Kürtler açısından “terörsüzlük” yalnızca silahların susması değil; aynı zamanda inkârın sona ermesi, zorla göç ettirilmenin, kaybedilmenin tarihe karışması, köy yakmaların unutulmaması, anadil yasağının kaldırılması ve güvenlik politikalarının günlük hayatın merkezinden çekilmesi anlamına geliyor. Bu bağlamda “Terörsüz Türkiye” Kürt halkı için katliamsız, asimilasyonsuz ve ayrımcılıktan arınmış bir Türkiye tahayyülünü içinde barındırmaktadır. Maalesef bir çok Kürdün bu konuda güveninin sağlanamadığını da ifade etmek gerekiyor. Sadece AKP döneminde Uğur Kaymaz’dan (2004) Roboski’ye, (2011) Kemal Kurkut’tan (2017) Servet Turgut’ta (2020) yüzlerce vakanın toplumu tedhişe maruz bıraktığı ve faillerinin yargılanmadığı veya gerektiği gibi soruşturulmadığı biliniyor.
1990’larda varlığı resmen inkâr edilen, ancak sonraki yıllarda Abdülkadir Aygan başta olmak üzere bazı mensuplarının itiraflarıyla, mahkeme tutanaklarıyla ve kimi davalarla ortaya çıkan JİTEM, Kürt illerinde faili meçhuller, kayıplar ve infazlarla anılan karanlık bir yapılanma olarak hafızalarda yer etti. Cumartesi İnsanları’nın bin 56 haftadır devam eden adalet arayışı; resmi olarak hiçbir zaman kabul edilmemiş bu yapı ve benzerlerinin Kürt illerindeki hukuk dışı infazlarla, zorla kaybettirmelerle ve sistematik baskılarla kaybettiği insanların arayışıdır.
Tarihsel olarak hep bir şekilde var olan JİTEM’in varlığı, Kürt coğrafyasında sadece bir “güvenlik” biriminin ötesinde, bir zihniyeti temsil etti. Bu siyaset; Kürtlerin taleplerini, kültürünü, dilini ve varlığını tehdit olarak gören, hak arayışını bastırmayı meşru sayan ve en temel insan haklarını güvenlikçi bir refleksle boğan bir devlet aklını yansıtmaktaydı. Bugün de bu aklın temsilciliğini üstlenmiş birçok yapı ve kişiliğin ısrarla, onurlu bir barış ve demokratik toplum inşası önünde direndiğini görebiliriz.
Söz konusu “jitem ruhu” eşitlik ve barış ikliminde var olamaz. Ama kendini ancak bu şekilde var kılmayı ve toplumsal enerjiyi, kamu bütçesini, halkın kaynaklarını bu şekilde sömürmeyi gelenek haline getirmiş bu anlayışlar süreci engellemek, çatışma ve güvenlikçi politikalardan bir kere daha can suyu bulmak derdindeler. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde bu “olağanüstü hal rejimleri” neredeyse kesintisiz şekilde uygulandı. Umumi Müfettişlikler, Kürt vilayetlerini yöneten neredeyse özerk bir askerî-sivil idari yapı şeklindeydi. Sıkıyönetim uygulamaları, 1960 ve 1980 darbesi sonrasında toplama kampları ve işkencehaneler bu zihniyetin ürünüydü. 1987’den itibaren ilan edilen OHAL rejimi ise yalnızca güvenliği değil, gündelik yaşamı, siyaseti, medyayı ve eğitimi de denetim altına aldı. Yargı ve üniversiteler başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar bu güvenlikçi/darbeci/tedhişçi algının karşısında “hazır ol” vaziyetinde tutuldu. Milyonlarca Kürt “yurttaş” için olağan hukuk askıya alındı; gözaltı süreleri uzatıldı, işkence vakaları arttı, basın sansürlendi, partileri kapatıldı, milletvekilleri tutuklandı. Yasalarla dil yasağıyla, yer isimlerinin değiştirilmesiyle, kültürel değerlerin kriminalize edilmesiyle Kürt halkının hafızası silinmek istendi. Bu dehşet sisteminin izleri hala günlük yaşamın içinde egemendir. Bu güncel konser yasaklarında, kayyum uygulamalarında, en uzun sürelerle cezaevlerinde tutulan insanların hikayelerinde görebiliriz.
Tam da bu tarihsel ve siyasal arka plana karşılık, 27 Şubat 2024’te İmralı’da tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna sunulan “Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu”, Türkiye’de sadece silahlı çatışmanın değil, aynı zamanda yüzyılı aşan ayrımcılığın, bastırmanın ve inkârın son bulması için önemli bir fırsat sundu. Manifesto ve sonrasında yaşanan gelişme ve kamuoyuna yansıyan açıklamalar; silahlı yöntemlerin değil, demokratik müzakere ve toplumsal sözleşme temelinde çözümün mümkün olabileceğinde ısrar ediyor.
Türkiye’de psikolojik harp alışkanlığı ile düşünme ve hareket etme eğilimi yüksek olan “ana akım medya yorumcuları” uzun bir süre bu çağrının “PKK çatısı altındaki silahlı güçlerin tümüne yapıldığında” ısrar edip “Rojava ve hatta bu günlerde yeniden çatışma alanı haline dönen Rojhilat güçlerini de kapsadığı şeklinde bir yorumda” ısrar etti. Ancak bu çağrı aynı zamanda ve birçok yönüyle yalnızca Kürt halkına ve ifade edilen güçlere yönelik değil; tüm Türkiye toplumuna, Türkiye siyasi partilerine ve Türkiye bürokrasisine de yöneltilmiş bir çağrıdır. Manifesto, Öcalan’ın AİHM’e sunduğu ve sonrasında 5 cilt şeklinde geliştirdiği savunmaları ile birlikte değerlendirildiğinde geçmişle yüzleşme, halklar arası eşitlik, yerinden yönetim ve demokratik hukuk düzeninin tesisi gibi temel ilkelere dönüşe de çağrıdır. Bu çağrı her anlamda “Terörsüz Türkiye” retoriğinin yaşama geçirilmesine kapıyı aralıyor.
Türkiye toplumu ve devleti Jitem ve darbe hukuku ile evrensel insan hakları hukuku arasında bir tercih yapmaya yakındır. Jitemsiz bir Türkiye, geçmişle yüzleşen; faili meçhullerini aydınlatan, işkencecileri, kaybettirenleri, köy yakanları tarihin ve toplumun önünde yargılayan bir Türkiye olacaktır. Terörsüz Türkiye; cezaevlerinde yazarların, gazetecilerin, siyasetçilerin “Terörist” olmadığı bir Türkiye olacaktır.
İsrail’in saldırganlığı ve İran’ın “terörlü hukuku” ile her anlamda yangın yerine dönen ortadoğuda geçmişin gölgelerinden kurtulmuş, tüm kimlikleri eşit kabul eden, ikili hukuklara son veren, OHAL ve KHK ve Kayyum rejimlerine son veren Türkiye ihtiyacı her zamankinden daha yakıcıdır. Jitemsiz Türkiye, yalnızca Kürtler için değil, tüm toplum için daha demokratik, daha şeffaf, daha adil bir geleceğin anahtarıdır. Ve belki de 27 Şubat’ta kamuoyuna sunulan ve dört ayını geride bıraktığımız barış çağrısı, bu geleceğin inşası için kaçırılmaması gereken son fırsatlardan biridir. Umarız ki “Jitem ruhundan sıyrılmış medya, üniversite, yargı, bürokrasi ve devlet aklı mümkün olsun.
Otuz sekiz yıl önce Yalçın Küçük “İtirafçıların İtirafları” adlı kitap yazdı.
Bazen hafızalarda yeri olan yaşanmış........
© Bianet
