menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yüzyıllık “kimsesizlik” ya da Şêyh Saîd

23 0
28.06.2025

Latin Amerika’nın vicdanı Gabriyel Garcia Marquez kült eseri Yüz Yıllık Yalnızlık’ın son sayfasında der ki: "Yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı…”

Evet geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinin sonu 1925’de bir erken ve prematüre “kalkışma” yaşandı Kürt coğrafyasında. Bir Nakşibendi şeyhiydi Şêyh Said. Henüz soyadı denilen ve ad’ın yanına eklenenin kanunu çıkmamıştı. İsmin önüne ya da ardına eklenenler vardı ve adı Şeyh Sait idi. (Şêx Seîd; Kürtçe).

Hikâyesi hem uzun hem kısa! 13 Şubat 1925 günü hesapta kitapta yokken (hatta henüz tasarlanan isyanın zamanına hayli vakit varken), şimdilerde Diyarbakır’ın ilçesi olan Dicle’de (o yıllarda Pîran adında bir küçük köy) basit denebilecek amiyane tabiriyle bir “eşkıya takibi” icrayi vakasının çatışmalı hâlinin devamı! İsyana dönüşüp sonra da hepi topu bütün süresi; çatışma, isyan, yakalanma, yargılanma ve infaz dört buçuk ay içinde olur ve biter. Sonrası coğrafyasında mukim Kürt halkının topyekün felaketi olur.

Finali şimdilerde adı Şeyh Said Meydanı olarak literatüre girse de binlerce yıllık o kadim şehre dağ yolundan gelenlerin girdiği kapı olan Dağkapı’da 47 arkadaşı ile birlikte “Dar’a çekilen” Şêyh Saîd ve “Dava” arkadaşlarının hikâyesidir…

Uzun olan hikayesi ise belki 1500’lü ya da 300 yıl sonra 1800’lü yılların başından itibaren başlayan Kürdün “statü” meselesinin sadece 1925 finali yüz yıl sürecek suskunluk sürecine kadar değil, bugüne kadar gelip dayanan aslında 1800’lerden bugüne 200 yılın derin müktesebatıdır…

Ortada ne mi var.? Aslında “yok” olmalıydı. Hâla Kürdün statüsü yok ve ne olacağı tartışılıyor. İsmi olan ama cismi (mezar yeri anlamında) olamayan(lar) bir durumdan söz ediyoruz.

Sanırım bu bile mevzuun vehametini anlat(ama)maya yeter de artar bile. Yüzyılın yetimlerinin sahipsizleri belirsiz, yersiz-yurtsuz oldukları toprağın dibinden “ben, biz buradayız…” diyorlar…

Hepsi bu işte, ötesi tevatür ve lafı güzaf…

Ruhları şad olsun 29 Haziran 1925 şehitlerinin …

(ŞD/EMK)

Bu yazı, soykırım karşısında adaletin mümkün olup olmadığını; uluslararası hukuk kurumlarının sınırlarını, inkâr siyasetiyle yüzleşmenin toplumsal koşullarını ve gerçek adaletin nasıl bir siyasal zeminde inşa edilebileceğini tartışıyor.

Soykırım yalnızca bir halkın fiziki olarak yok edilmesini, tehcir edilmesini veya toprak ve mülklerinin gasp edilmesini değil, aynı zamanda bunları meşrulaştıran bir anlatının da inşasını beraberinde getirir.

Bu anlatı, yurtiçinde baskı ve tehdit yoluyla topluma dayatılırken, uluslararası alanda ise Türkiye Devleti’nin çeşitli diplomatik girişimleriyle korunmaya çalışılmaktadır.

Soykırımın adaletle ilişkisinin uluslararası hukuk kurumlarında aranması gerektiğine dair bir görüş bulunduğundan, bu kurumlara yakından bakmak gerekir. “Soykırım” kavramını hukuksal olarak ilk tanımlayan kişi Raphael Lemkin’di.

Talat Paşa’nın mahkemesine katılan Lemkin, Ermeni Soykırımı’nın etkisiyle hukuk okumaya karar vermiş ve daha sonra Yahudi Soykırımı’na ilişkin bir hukuki çerçeve geliştirmiştir. Ancak Ermeni Soykırımı’ndaki yaşanılanlardan ortaya çıkan bu kavramın kendisi bile, günümüz uluslararası güç dengeleri siyasetinde yetersiz kalmaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası ilişkiler bağlamında soykırımla ilgili suçları ele almak üzere çeşitli kurumlar oluşturulmuştur. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonları ve Özel Raportörlükleri ile Uluslararası Adalet Divanı gibi yapılar, soykırım suçlarını soruşturma ve sorumluları adalet önüne çıkarmakla görevlidir. Bu kurumlar yargı süreçlerini yürütür ve sorumlulara çeşitli cezai yaptırımlar uygular.

Ancak bu kurumların yetersizliği, şimdiye dek Vietnam ve Irak savaşları nedeniyle hiçbir üst düzey ABD’li siyasetçinin yargılanmamış olmasından açıkça anlaşılmaktadır. Tıpkı son olarak, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde gerçekleşen İsrail/ABD saldırısının da büyük ihtimal cezasız kalacak olması gibi.

Soykırım ve savaş suçları, çoğu zaman mevcut hegemonik düzenin kendi meşruiyetini yeniden üretme aracına dönüşür. Kendi suçlarını görünmez kılıp yalnızca karşıtlarını yargılayan bir düzenden, hegemonik bloklar arasındaki güç dengelerinin arasında sıkışmış kurumlardan, gerçek anlamda adalet beklemek mümkün müdür?

Bu kurumların işlevsizliği, soykırım suçlarını tanımamıza engel değildir. Soykırım suçlarının teşhir edilmesiyle, bir mücadele uluslararası hukuku tek çıkış yolu olarak görmek arasında önemli bir fark var. Yalnızca liberaller, hukuku sınıfsal mücadelenin ve toplumsal gerçekliğin ötesinde, soyut bir alana taşırlar.

Pek çok mağdur, Türkiye’nin suskunluğuna karşı uluslararası arenada Ermeni Soykırımı’nı gündeme getirmeye çalıştı. Türkiye’de bu konunun konuşulmasında da........

© Bianet