Hani, kurşun sıksan…
Ahmed Arif üzerine metinler yazan, şiir dizen, tiyatro oyunları yazan-yapan, müzik eseri besteleyen ve düşüncelerini paylaşan sanatçı ve edebiyatçıların nerdeyse tümü: “Ahmed Arif sadece çağının değil, çağlar ötesinin de şairidir” derler. Boşuna edilmemiştir tabii ki bu kelam!
Ahmed Arif; şiirleri kendinden hayli sonraya da hitap edebilecek kudrette bir şairdir. Bu sebeple zaten Ahmed Arif, Ahmed Arif olmuştur. Dolayısıyla bizim kuşağı da etkileme gücü ve kudretini bu mantık ekseninde değerlendirmek gerekir.
Bu ifadeyi şu açıdan kullanıyorum? Bir şiirinden, hatta o kült şiirinin hikâyesi ile birlikte yola çıkarak konuşmak gerek. Ahmed Arif 1940'lı yıllarda Van'ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünün katliyle ilgili 1950’li yıllarda bir gazeteye olayın haberinin düşmesi üzerine haberdar olur ve henüz yirmili yaşlarında gencecik bir adamken 33 Kurşun'u yazar.
Şöyle bakılabilir; 1940'lı yıllarda yaşanmış trajik bir olay üzerine “33 Kurşun” başlıklı tepkisel bir şiir yazsaydı ve o gün için refleksini ortaya koysaydı o gün gündem tutar sonra da şiirin tozlu raflarında kalabilirdi şiir!
Ama bugüne geriye ve güne dönüp baktığımızda yaşanmış olan katliamın-toplu infazın üzerinden yetmiş yıl sonra da benzer olayları (Roboski-Suruç gibi) yine yaşıyorsunuz. O zaman şunu düşünüyorsunuz; şair 1940'lı yıllarda bir katliamı şiirinde dile getirmiş, kendisi de 1991'de öte yakaya göçmüş. Ama işte 2000’li yılların ilk çeyreğinde de o günden bugüne dönmüş ve bugüne, an’a da hitap etmiştir.
Dolayısıyla, Ahmed Arif'in kudretinin, şiirlerinin, edebiyatının etki gücünü inkar etmek mümkün değildir. Bu bağlamda her kuşakta iz bırakan bir şairdir.
O sebeple bugün 2025 yılında yeniden Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü, tarafların en üst düzeyde mevzuya müdahilliği ekseninde gündem tutuyorsa Ahmed Arif’in 33 kurşun şiirini adeta bir “mahkemeyi kübra” misali toplumu yüzleşmeye daveti olarak okumak gerektiği düşüncesinde olduğumu ifade etmeliyim.
33 Kurşun şiiri aslında şiir ötesidir ve bir bitmeyen senfonik tragedyadır, destandır. Ya da her bir dengbêjin kendi yorumuyla okuyacağı bir kılamdır, strandır. Nitekim bu manada 33 Kurşun şiiri Ahmed Arif’in lügatında kendi ifadesiyle de bir “ağıt”tır. Ezcümle Kürtçedeki kılamdır yani!
Bu açıdan Ciwan Haco’dan Kürtçe dinlerken farklı bir tını kalır kulaklarınızda. Ya da Rahmi Saltuk, Cem Karaca, Onur Akın, Hasret Gültekin, Haluk Levent, Adil Arslan, Fikret Kızılok, Fuat Saka, Can Bonomo ve daha birçok sanatçıdan Türkçe dinlerken farklı bir tat alırsınız.
Hayat sonuçta bize seksen küsur sene evvel kalbimizin en ücra yerinde hudut boyunda işlenmiş bir katliamın henüz failleri ile yüzleşilememiş sayfasından “Vurulmuşum hiç sorgusuz yargısız / düşüm, gecelerden kara…” diyor… Şairin ölümünün 34. yıldönümünde…
Not: 33 Kurşun sergisi 2 Haziran 2025 Pazartesi günü saat 17.00’de Diyarbakır DİTAV Kültür Sanat Evi'nde açılıyor…
(ŞD/HA)
Arkadaşlıklarınız nasıl başladı? Arkadaşlar elbet birbirlerine ödün verebilir. Kaç kişi arkadaşlığı başlatabilmek için ödün vermiş, gereğinden fazla adım atmak zorunda kalmıştır? Bugün mobbingi anlatmayacağım. Kaldırımların işgalinden de söz etmeyeceğim. Bir kuralı izleyerek de yazmayacağım. İçimden nasıl geliyorsa… Çünkü bu fazlasıyla kişisel bir deneyim. Benzer şekillerini farklı biçimlerde yaşayanlar vardır ama deneyim de bir tarafıyla özeldir. Elbet konumuz yine sağlamcılık ve onun bir yansıması.
Sağlamcılığın niyetten bağımsız olduğunu defalarca vurgulamıştım. O, bilincin şekillendiği ortamda var olan ve sürekli derinleşen bir akımdır. O nedenle “sağlamcılar kötüdür” gibi bir kalıba sığacak bir durum değildir. Herkes biraz sağlamcıdır çünkü. Sağlamcı bir toplumda yetişmiş, ondan öğrenmiştir kişi. O nedenle sağlamcı yönelim adeta tanımlı gelmiştir kendisinde. O nedenle sağlamcılığın yarattığı eşitsizlik damgasını vurur her davranışına. O eşitsizliğin en sosyal haline değinmek istiyorum bugün.
Hayat bazı ayrıntılarda gizlidir. Küçük bir tweet birini derinlere götürüp çoktandır unuttuğu bir konuyu hatırlatabilir. Bu yazı da öyle bir hatırlamanın ürünü. bianet’in iki engelli öğrenci ile gerçekleştirdiği röportajın altına yapılan bir alıntı bir anda duyargalarımı açtı. Hemen röportajı okudum ve alıntının röportajın en güzel yerinden alındığını fark ettim. Şöyle diyordu genç arkadaşımız Mihriban:
“Çoğu zaman şöyle sohbetler ile karşı karşıya gelir engelli öğrenciler: Oturan bir arkadaş grubuna doğru yaklaşırsın ve gruptan şöyle sesler yükselir: ‘Bir şeye mi ihtiyacın var? Nasıl yardımcı olabiliriz?’ Hâlbuki yalnızca yanlarına oturmaya gitmişsindir. Tam da bu gibi sebeplerden ötürü aslında birlikte yaşama kültürümüzü sorgulamalıyız. Yoksa düzenlenen bir kulüp etkinliğinde veya başka sosyal faaliyetlerde bir erişilebilirlik düzenlemesine ihtiyaç duyulduğunda öğrencilerin desteği mevcut oluyor.”
O kadar haklıydı ki. Bu haklılığını da yarın aynı mesleği yapacakları insanların böyle yapmasının yarattığı çelişkiyi vurgulayarak güçlendiriyor.
O kadar tanıdık, o kadar dost geliyor ki arkadaşın bu net anlatımı. En sıradan bir sosyalleşme olan arkadaş edinmenin nasıl gerçek bir sorun olarak önümüze konduğunu hatırlıyorum. Sistemin “aynılar aynı yere” sağlamcı mantığıyla engellilere ayrı okullar, ayrı sosyalleşme alanları oluşturmak gibi tecrit uygulamaları sürekli gündeme gelir. Arkadaş edinme konusunda yaşanan iletişim sorunlarını da bu tecridin bahanesi yaparlar. Körler okulunda ilköğretimi bitiren herkes önce bir sudan çıkmış balığa dönerdi. Hatta topluca aynı okulu seçme yönelimine giren körler olurdu.
Çünkü hep körler körlerle sosyalleşmiş olurdu genellikle. Hatta sağlamcılığın bize kanıksatılmasının sonucu “gören” bir arkadaş ya da sevgilin olduğunda bu adı konulmamış bir statü gibi görülürdü. Varın insanlara kendilerinin eksik olduğunun nasıl kanıksatıldığını siz düşünün. Sağlamcılığın kriterlerine göre hem kendini aşağılamış hem de yüceltmiş oluyordu kişi.
Özellikle sağlamcılardan daha sağlamcı olan bazı kör öğretmenlerimiz “Liseye gittiğinizde uslu ve çalışkan olun. Gerekirse arkadaşlarınıza bir şeyler ısmarlayın, alttan alın, kavga etmeyin” gibi saçma sapan telkinlerde bulunurlardı.
Oysa hayat o kadar steril değildi ve olmamalıydı. Liseye başladığım ilk bir ay kendime yakışmayacak şekilde çok çalışkan ve uslu biriydim. Annem okula geldiğinde daha sonra ki lise hayatımda çok özleyeceği övgüleri alıyordu. Evet başarılı ve uslu bir gençtim. Aynı zamanda da yalnız.
Bu yalnızlığım bir gün zıvanadan çıkıtı. O zaman ki bilincimle bugün cinsiyetçi diye kınayacağım bir küfür eşliğinde kendilerini ne sandıklarını sordum. Ondan sonra........
© Bianet
