Eylül’ün gölgesindeki yaz günü
Suat ve Süreyya beş yıllık evlidir. Necip ise arkadaşları ve Süreyya’nın da kuzeni. Necip de aşıktır Suat’a. Suat, Bir Eylül güzünde boğazdaki evleri yalıda yangın çıkar. Suat hanım yalıdaki odasına kapanmıştır, yangına rağmen yalıyı terk etmez. Necip aşık olduğu Suat’ı kurtarmak için yalıya koşar Süreyya da ardından. Yangında Suat, Süreyya ve Necip üçü de kurtulamaz ölürler.
Yukarıda kısa özetini geçtiğim Mehmet Rauf’un “Eylül” romanı bundan tam 125 yıl evvel önce Serveti Fünun dergisinde tefrika edilir. Bir yıl sonra da kitap olarak yayınlanır. Edebiyatın ilk psikolojik romanı olarak literatüre girer Eylül. İki erkek bir kadın arasında geçen bir romandır Eylül.
Mehmet Rauf’un Eylül’ünü elbette 45 yıl evvel belki romandaki gibi yangınla perdeyi kapatan olarak değil! Ama bir kâbus / karabasan / felaket gibi ülkenin geleceğini karartıya boğan 12 Eylül'e gönderme olsun diye hatırla(t)mış oldum.
Eylülde üç ana karakter ve diğer yan karakterlerin psikolojisi, ilişkileri edebiyatın sınırları içinde tartışılır.
12 Eylül, o meşum Eylül'ün yazdan kalan bir gününün sabahında “ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir…” anonsu ile başlar gerçek hikâye. Ve bitmez…Bugünlere kadar süredurup gelir.
Her defasında toplum o 12’sinden vurmuş / vurulmuş Eylülün icra-ı devlet politikasının icraatlarını yarım asır içinde sürekli güncelleyerek adeta bir edebi acı günlük gibi her birimize yeniden hatırlatır.
Mahpus damında “besle(n)meyip asılan” gencecik insanlar. Dışkı yedirilenler, upuzun işkence seansları, ucu açık tutsaklıklar, kafileler halinde işten atılmalar, uzak sürgünlükler ve daha niceleri…
Tarihler 12 Eylül 80’i güncellerken uygulamada yeni kavramlarla tanışmalar; kanun hükmünde kararnamelerin temel yasa misali kalıcılaşması! Reva görülen devasa akademisyen kırımı…
Kayyım politikalarının çok sınırlı bir tedbir ve geçici uygulama iken sistemli, yaygın ve kalıcı hâle dönüşümü! Yerine kayyım atanan seçilmişlerin ise uzun süreli hapislikleri!
Yerleşkelerin topyekün taammüden yıkıma cinayetlere kurban giderek telefatları ve yerlerine kimliksiz / kişiliksiz yapılaşmaları!
Evet Eylül'ün gölgesindeki o yakıcı yaz sıcağı adeta kızgın sacdaki yağ hâlinin serencamının bir başka Eylül romanının güncellenmesini edebiyata çok geniş yaşanmışlıklarıyla sunuyor…
Bir 12 Eylül gününde özlenen özgürlüğe adanmıştır bu yazı…
(ŞD/EMK)
Ülkenin doğusunda yer alan dağlar yalnızca yükseltileriyle değil, taşıdıkları hikâyelerle de büyüleyici ve düşündürücüdür. Modern kapital yaşamın verdiği tek düze ve sıradanlığın insanların kişisel özelik/yeteneklerine göre aşma çabası değişik olsa da, hepimiz kendi hikâyemizi anlamlı kılma çabası içindeyiz.
Bu bazen erdem ve ahlak üzerinden bir tanımlama ile antik çağ filozofları ile kesişir, bazen de Freud-Lacan ile bireysel olanın ‘eksik ve arzu ‘ ile tamamlanma arayışının bir parçası olabilir. Burada tabi konumuz bu olmadığı için ‘Dağ’a dönmek isabetli olacaktır.
Dağcılık ilk çağdan daha mistik ve ruhani arınma için bir teslimiyet alanı içerirken modern çağda sınırların denendiği zorlu bir uğraşıya dönmüştür. MÖ 1334 yılında Çin‘de Tai Dağı‘na tırmanan İmparator Shun, dini bir ritüel gerçekleştirmiştir. Benzer şekilde, Antik Yunan‘da Olimpos Dağı‘na tırmanışlar mitolojik anlamlar taşıyordu. Modern zamanda 1786 yılında Fransız Doktor Michel-Gabriel Paccard ve rehberi Jacques Balmat‘ın Mont Blanc‘a tırmanması, Michel-Gabriel Paccard ve Jacques Balmat gibi öncüler, bu sporun gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Türkiye coğrafyasındaki her bir dağın; kendine ait çok sayıda öykü, şarkı, mit ve efsanede yer bulduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Yaşadığım Antalya’da 3024 metrelik Akdağ ve 2649 metrelik Tunç Dağı’ndan sonra bu kez yol, uzun süredir yasaklı olan Cilo’nun en görkemli zirvesine; 4.137 metrelik Reşko/Uludoruk ve Dünya’nın 48.tavanı olan Ağrı Dağı oldu.
Ertelenmiş kişisel bir hikâye olacağı baştan beli olan bu yolculukta, Yüksekova/Gever sınırına vardıkça ülkenin son 50 yılda yaşadığı politik çatışma/şiddetin her tür hikâyesi/izinin olacağını tahmin etmek zor değildi. Kentin son gelişen ‘Barış Süreci’ ile birlikte nispeten beli bir dinginlikte olduğunu gözlemlemek mümkün. Ama oturulan her çay ocağında, yemek yenilen yerde, dolaşılan caddelerde bir nevi sizi ‘turist’ gibi görseler de haklılıklarını anlatma çabası daha da artmış. Dağa tırmanış için geldiğimizi söylediğimizde hepsinin anlatacak mutlaka bir ‘dağ’ hikâyesi var. Bunların bir kısmı acının ve ölümün öyküleri iken bir kısmı neden çıkıldığının anlaşılması isteğinin hikâyeleri idi. Bir o kadar benzer bir o kadar kendi içinde yaşanan. Belki bir gün bunların öyküsü/sineması ‘yaşayanın ‘dilinden anlatılır, olmaz mı?
Bir zamanlar yasaklarla anılan Cilo, artık daha erişilebilir. Yol kontrolleri ve kimlik aramaları elbette var ama daha öncede buralara gelmiş biri olarak gözlemim yumuşamanın sahaya kısmen de olsa yansıdığı. İmzaladığımız taahhütname her ne kadar bizi korumak amaçlı olduğu söylense de hala yasaklı alan/bölgelere gidilmemesi gerektiğini ifade ediyordu. Yüksekova'dan........
© Bianet
