Dicle'nin gözelerine göz dikenler
En eski zamanlardan bu yana aidiyet anlamında kendini şehri kadim Diyarbekir’e ait hisseden her bir ferdinin mutlaka şehrin yanı başındaki nehri ve dahi köprüsü ile bir hatırası, muhabbeti olmuştur.
Milattan önce kırklı yıllarda Kral Manu döneminden bu yana köprünün şimdilerde olduğu yerde hep bir köprü var olmuş. Ve o köprü şehirle insanını birbirine kavuşturmuş.
Yıllar evvel bir Hristiyan rahip ve bir camii hocası ile birlikte inanç temelli kültürleri konuşan bir programa katılmıştık. Papaz demişti ki; “Bazalt taşı işleyen ustalar iki işi çok iyi yaparlar. Biri duvar örmek, diğeri de köprü yapmak. Duvarlar belki sığınaktır. Ama öte yandan da insanlar arasına mesafe koymak, hapsetmektir. Oysa köprü yapmak insanları birbirine yakınlaştırmak, kavuşturmaktır. Peki o halde sormalıyız; siz insanlar arasına sınırlar koyan bir duvar ustası mı, yoksa kavuşturan buluşturan bir köprü ustası mı olmak isterdiniz…”
İşte bizim şehir öyle bir şehir ki yanı başında kutsal kitapta da adı geçen bir yareni var; Dicle Nehri. İkisi de birbirinin olmazsa olmazı. Şehrin bir nehri var. Nehrin de şehri; yakışmışlar birbirine…
Ve nehrin iki bin yıldan fazladır şehre yakın noktasında bir köprüsü var. Tarih boyunca farklı adlarla anılsa da çok bilinen adı; Ongözlü Köprü. Köprü kadim zamanlardan bu yana geleni gideni birbirine kavuşturmada elçi olmuş.
Köprünün iki yakasının dört bir yanı neredeyse on yıldır işgal, öyle böyle değil, ciddi işgal altında. Şehrin öbür ucundaki çok paralarla inşa edilen akıllı binalarının altındaki marka mekânlardaki hizmete talep edilen ücretlerle adeta yarışan bir fiyat politikasıyla hem de.
Ve şehrin güneye açılan dört kapısından biri Mardinkapıdan çıkıp nehir boyunca Ongözlü Köprü’ye kadar, hatta köprüden sonra da hızla ve pıtırak gibi son bir kaç yıl içinde bitiveren bu “işgal mekânları” bütün atıklarını da nehre boca ediyorlar. Pek yakında köprüye yürüyerek geçmek isteyenlerden giriş ücreti de talep ederlerse şaşırmayın!
Çok ciddi itirazlar var ve “artık buralara müdahale edin” diyen güçlü bir kamuoyu baskısı da var. Gün geçmiyor ki yazılı ve görsel basında konu ile ilgili haber çıkmasın!
Evet şehir sakinleri kamuoyu olan bitenin farkında. 2016’da seçilmiş belediyelere kayyım atanıncaya kadar anında müdahale ediliyordu. Ama kayyım sonrası alıp başını gitti pervasızlık. Şimdi bir kangren, ama çözümsüz değil elbette.
Yalnız işin kayyım sonrası tabii ki bir enkaz! Ama buna rağmen tuhaf bir sakinlik ve bekleme modunda olunduğu da çıplak gerçeklik hem iki ilçe (Sur ve Yenişehir) belediyesi, hem de Büyükşehir belediyesi cephesinde! Niye müdahale etmezler anlaşılması sahiden zor.
İrade olarak devletin en tepesi ile “siyasi çözümü” gündemleştiren bir geleneğin seçili temsili kurumları olan belediyeler, kentin ve kent halkının ortak değerleri olan bu mekânları neden işgalden kurtarmaz anlaşılmaz gerçekten. Tutarlı bir müdahillik ve halk desteği ile elbette mümkün…
Tarihe bakıldığında özgün örnekleri de var tabii ki. 1999-2004 yılları arasında HADEP’ten seçilen Büyükşehir belediye başkanı Feridun Çelik adeta imkansızı başararak; sur diplerindeki işgalleri nasıl temizlediyse, aynı şey bugün de Dicle Nehri boyunda, Ongözlü Köprü çevresinde, Mardinkapı çıkışında Hevsel Bahçeleri’nin öngörünüm alanları olan kaldırım boyunda da pek ala yapılabilir.
Mardinkapı’dan Şemsiler Kayalığı’nın karşısındaki Hatun Kastal’a kadarki Hevsel Bahçeleri’ne nazır kaldırım boyundan bir tek kare fotoğraf hatıra niyetine çekemezsiniz! Boydan boya işgal edilmiş halde. Oysa kaldırım yayalar yürüsün diyedir. Kimin umrunda…
Ve Gazi Köşkü girişinin karşısından başlayarak Ongözlü Köprü iki başının etrafı ve devamı ta Merwani köprüsüne kadar pervasızca, kapanın elinde kalmış hoyrat işgal alanları.
Birileri, 15 aydır (2024 Nisan itibariyle) şehri yöneten iradeye artık bu hatırlatmayı yapmalı. Kentin halka ait ortak rantiyesi için ne zaman müdahale edeceksiniz! Neyi bekliyorsunuz. O mekânlara “ruhsat” filan vererek, ya da “işgaliye harcı” alarak sakın meşrulaştırmayın. Oraları belediyeye ait halka açık halkın ortak kullanım mekânları haline dönüştürün. Fiskayada yeniden açılışını yaptığınız tesis gibi…
Nehir de şehir de size küsmesin. Bizden söylemesi. Bakın üzerinden 21 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün kent halkı “surlarımıza sırtımızı yaslayıp güç almayı Feridun Çelik Başkan döneminde yeniden gördük ve sahiplendik” diyorsa! Aynı şey Nehir vadisi ve Ongözlü Köprü çevresi ve Mardinkapı çıkışındaki kaldırım boyu için de geçerli. Hayat sizi yıllar yıllar sonra şu kadar otobüs aldılar filan diye hatırlamaz. Ya tarihi ve kültürel değerlere bihakkın sahip çıktınız diye iyi anılırsınız döneminiz bitince, ya da….
(ŞD/HA)
Bir tişört düşünün. Parlak vitrin ışıkları altında “yeni sezon” etiketiyle size göz kırpıyor. Ucuz, trend ve ulaşılabilir. Onu satın almak belki birkaç dakikanızı alıyor ama o tişörtü üretmek için harcanan su, toprağa karışan kimyasallar, çalıştırılan işçilerin koşulları ve geride bırakılan atıklar... İşte onların etkisi yıllarca sürüyor. Ve belki de bu sabah giydiğiniz kıyafet, dünyanın başka bir ucunda bir çocuğun sağlığını tehdit ediyor, bir nehrin yaşamını sona erdiriyor. Moda endüstrisinin ardında, yok oluşa sürüklenen bir gezegen var. Üstelik biz bunu her alışverişte daha da hızlandırıyoruz.
“Fast fashion” yani hızlı moda, modayı sürekli yenileyerek düşük fiyatlarla tüketiciyi alışverişe teşvik eden bir üretim ve pazarlama anlayışı. Ancak bu sistemin doğaya ve insanlığa maliyeti sandığımızdan çok daha büyük. Günümüzde tekstil sektörü, dünyadaki tüm karbon emisyonlarının yüzde 10’unu üretiyor. Bu, tüm hava ve deniz taşımacılığının toplamından daha fazla (UNEP).
Her yıl yaklaşık 92 milyon ton tekstil atığı oluşuyor ve her saniye bir çöp kamyonu dolusu giysi çöpe atılıyor (Ellen MacArthur Foundation). 2030 yılına kadar bu miktarın 134 milyon tona çıkması bekleniyor (“Textile Waste Statistics”). Yani her yeni sezon, gezegen için yeni bir yük demek. Bu kriz, Türkiye’de de etkisini büyük ölçüde gösteriyor. Avrupa Birliği ülkeleri, kullanılmayan giysi atıklarını genellikle Güney ülkelerine gönderiyor. Hatta 2019’da 1.7 milyon ton tekstili farklı ülkelere ihraç etti. En büyük alıcılardan biri de Türkiye (EEA).
Bu giysilerin çok azı geri dönüştürülüyor. Geri kalanı ise ya yakılıyor, ya da kontrolsüzce doğaya bırakılıyor. Avrupa menşeli giysiler ambalajlarıyla birlikte boş tarlalara atılıyor ve bu alanların plastik, metal, kumaş gibi tekstil çöpleriyle dolmasına sebep oluyor. Bu demek oluyor ki biz resmen Avrupa’nın çöplüğü haline geliyoruz! Türkiye’nin tekstil üretiminin kalbi sayılan Çorlu ve çevresi de bunun en büyük kanıtı. Bu bölgelerdeki tekstil fabrikalarının atık suları uzun yıllardır Ergene Nehri’ne arıtılmadan atılıyor. Bu kirlilik, nehrin adeta ölü bir suya dönüşmesine neden oluyor.
Fotoğraf: Uzunköprü BARIŞ Gazetesi (Ergene Nehri Su Sporları Şenliği, geçtiğimiz haftalarda kirliliğe bağlı ölüm riski nedeniyle iptal edilmişti)
Yapılan çalışmalara göre, su ve sediment örneklerinde........
© Bianet
