Bülbül sese, insan söze küserse!
Size bugün bir sözden yola çıkarak güzel bir hikâye anlatacak, sonra da meramıma bağlayacağım.
“Alkole Meyyal Bülbül” hikâyesini yazar Salah Birsel, Reşat Ekrem Koçu’nun annesi Zağralı Hacı Fatma Hanım’dan aktarmış:
“Bülbüller içkiye düşkündür.
Bülbül, içkiyi buldu mu bir hayli içer.
Ama bu gerçeği bilginler değil, tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun annesi Zağralı Hacı Fatma Hanım saptamış. Bülbülleri günlerce, Göztepe’deki evinin bahçesinde dürbünüyle gözetlemiş...
Fatma Hanım gözlemlerini şöyle dile getirmiş: ‘Bülbül sabahleyin vişne ağacına gelip konar... Yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider... Akşam yine gelir... Vişnenin gagayla deşilen yerinde biriken meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap haline dönüşmüştür.
Kuş, akşamın son saatlerinde bir iki vişneden kendi elcağızıyla hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir; birkaç külhani ıslık öttürür. Yırtılmış vişnelerden demlenme beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. Ortalık iyice karardığı için küçük bülbül göze görünmez ama yırtık vişneler bittikçe sesi ağaçtan döküldükçe dökülür. Artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar.
Vişne mevsimi bitince dut mevsimi başlar. Ve... bülbüllerin sesleri de biter. Aslında bülbül, içkisi bittiği için ötmüyordur. Dutu gagalamanın likör vermediğini bilir. ‘Garip bülbül’, mevsim dut mevsimi olduğu için susmuştur. Bu yüzden suskun olanlara ‘Dut yemiş bülbül gibi’ derler.”
Peki, durduk yerde size bu dut yemiş bülbüle dönme hikâyesini niye anlattım? Şu nedenle: toplum olarak susma hâlini yaşıyor olmamızın sizce de bu masalla bir bağlantısı yok mu?
Hadi anladık vişnenin kerametinden, dutun nedametine evrilme, bülbüle dutla zulmedip ötmesi engelleniyor.
Ya insana! Sözle, kelamla derdini anlatmaktan, çare arayıp çözüm üretmekten vazgeçirip susma hâliyle “dut yemiş bülbül”e benzetmeyi nasıl açıklayacağız?..
Bir de güncel olan şu var: çözüm üretmeyi önüne hedef olarak koyan “Komisyon”da, beyaz başörtüsüyle barış annesi Nezahat Teke’nin kendi anadilinde derdini dillendirmesi kimi rahatsız eder(di) ki!
Diyor ki barış annesi: “21’inci yüzyılda yaşıyoruz ve hâlâ ben Kürtçe kendimi ifade edemiyorum. Ben buna gerçekten çok üzüldüm, çok kırıldım.” Eminim o komisyonda iyi niyetli kimi vekiller de çok üzülmüş, kırılmış olmalı.
Kendi anadilinde konuşabilseydi barış annesi, o komisyonun inandırıcılığını güçlendirirdi; olmadı.
Umuyor ve diliyorum ki bunlar yol üzerindeki küçük kazalar olarak kabul edilip tez vakitte aşılır. Belki de mevsimi tersine döndürüp dut mevsimi yerine vişne mevsimini yaşatıp sürdürmek mi gerek…
(ŞD/EMK)
Ken Loach (1936), işçi sınıfının hikâyelerini sinemaya taşıyan, toplumsal eleştirileriyle tanınan İngiliz yönetmen ve senarist. Oxford’da hukuk okuduktan sonra tiyatro ve televizyonla başlayan kariyerinde, BBC’nin "Wednesday Play" dizisinde çektiği toplumsal içeriklerle dikkat çekti; 1960’lardan bu yana işçi sınıfının gündelik hayatını, sıkışmışlığını ve direncini beyazperdeye taşıyan filmlerin yönetmenliğini yaptı.
Filmlerinde kahramanlar hayatta kalmaya çalışan emekçiler, güvencesiz yaşama sıkıştırılan insanlarından oluşur.
"Kes" (1969), sistemin dışına itilmiş bir çocuğun daraltılmış hayatını, tek dostu olan bir kerkenez kuşuyla kurduğu bağ üzerinden anlatırken; onun okulda ve evde maruz kaldığı baskılarla umutsuzluğunun nasıl derinleştiğini ve toplumun geleceği olarak görülen çocukların dahi sınıfsal bariyerlere çarpıp kaybolduğunu etkileyici bir biçimde gösterir.
"Riff-Raff" (1991) “Ayaktakımı” filminde ise Londra’daki Thatcher sonrası dönemde sendikasızlaştırılmış, parçalanmış işçi sınıfının hayatını anlatırken iş kazaları, barınma sorunları ve iş güvencesizliği gibi neoliberal politikaların bedelini en ağır şekilde ödemeye mecbur bırakılan işçilerin gündelik hayat mücadelelerini anlatır.
Benzer şekilde 2016 yılında "I, Daniel Blake" (2016) “Ben, Daniel Blake” filmi ile de sosyal devletin iliklerine kadar aşındırıldığı bir çağın tanıklığından seslenir izleyicisine. Filmin kahramanı Daniel, kalp rahatsızlığı nedeniyle çalışamaz durumda olduğu için devlet desteğine ihtiyaç duyar. Ancak işsizlik yardımı sürecinde maruz kaldığı insan onurunu zedeleyen muameleler, sistemin bireyi üretim kapasitesi üzerinden tanımlamasını gözler önüne serer.
Film, kapitalist düzenin insana duyulan saygıyı yok sayarak yaşamı yalnızca ekonomik faydaya indirgediğini; varoluşu dahi piyasa mantığıyla, alınır-satılır bir değer olarak kavradığını çarpıcı biçimde ortaya koyar. Film, Cannes’da Altın Palmiye kazanmasının yanı sıra, İngiltere toplumunda hemen herkesin ya doğrudan deneyimlediği ya da tanık olduğu bir hikâyeyi ele alması itibariyle de önemlidir.
Loach, yarım yüzyılı aşan kariyerinde 25’ten fazla uzun metraj filme imza atarak kapitalizmin görünmez kıldığı ve değersizleştirdiği hayatları sinema diliyle görünür kıldı. Sinemayı toplumsal mücadele alanı olarak gören yönetmen, 2023’te Cannes’da gösterilen "The Old Oak / Umudunu Kaybetme” ile göçmenlik ve toplumsal dayanışma temalarını merkezine alan son filmini sundu ve bu eserle birlikte sinemaya resmen veda ettiğini duyurdu.
2019 yapımı" Sorry We Missed You / Üzgünüz, Size Ulaşamadık" ise günümüz neoliberal kapitalizminin en yaygın ve en görünmez yüzlerinden olan gig ekonomisini odağına alır. Film, ekonomik güvencesizliği anlatırken, aynı zamanda patriyarka ile neoliberalizmin ittifakını ve kadınların görünmeyen emeğini sahneye taşır.
"Üzgünüz, Size Ulaşamadık" (2019), “kendi işinin patronu ol” sloganının ardındaki derin sömürüyü, bir ailenin gündelik yaşamı üzerinden ele alır. Film, güvencesizlik ve borç sarmalının işçi sınıfını nasıl ezdiğini gözler önüne serer. Ricky, direksiyon başında her gün zamanla yarışırken tükenir; Abby, yaşlı ve hasta insanlara bakım verirken kendi çocuklarını ihmal etmek zorunda kalır. Çocuklar ise bu eksikliğin ve ihmalin içinde büyür.
Evin kirası, faturalar, temel gıda harcamalarını dahi yetiştirmekte güçlük çekerken öte taraftan Ricky 21. yüz yıl İngiltere’sinde günde 14 saat çalışır ve ek mesai, izin, öğle tatili gibi en temel insani haklarını bile alamaz. Loch burada bu sömürünün ardındaki meselenin bireysel tercihler ya da kişisel yetersizlik olmadığını; sorunun, emeği, zamanı ve sevgiyi aynı anda sömüren ve evin içine kadar sızan kapitalist, neoliberal sistem olduğunu gösterir.
Birey üzerindeki bu baskıların bir diğer boyutu, son yıllarda hızla yayılan kişisel gelişim ve terapi jargonunda görünür; bu söylem, bireyi yapısal eşitsizliklerden koparıp yalnızca kendi çabasıyla baş başa bırakır. “Sen değiş, dünyan değişir” aldatmacası çok yönlü gerçeklerin üstünü örtmeye hizmet ederek neoliberal bireysel kurtuluş söylemini, yaşanan sıkıntıları yapısal eşitsizliklerin sonucu olarak değil, bireyin kişiliğinde, motivasyonunda ya da yeterince “çalışmamasında” bulur. Bu dil, Loach’un sinemasal dil ile ifade ettiği sınıfsal sömürünün üzerini örter.
Dahası, sistem işçilerin sırtına aslında onlarla hiçbir ilgisi olmayan suçluluk ve yetersizlik duygularını da yükler; oysa asıl suçluluk duyması gerekenler, onların emeği üzerinden sefa süren ve bunu hayır-hasenat gösterileriyle örtmeye çalışanlardır. Yani sistem, hem emeği disipline eder hem de bireye “sen yetersizsin, sorun sende” diyerek içsel bir gözetim kurar. Böylelikle de dışsal baskıyı, içsel özdenetimle pekiştirerek, sömürüye duygusal ve ahlaki bir boyut da kazandırır.
Bu bağlamda "Üzgünüz, Size Ulaşamadık", günümüz kapitalizminin aldığı yeni biçimi sorgular. Ricky ve Abby’nin hikâyesi, küresel ölçekte yaygınlaşan “gig ekonomisinin” insan hayatını nasıl sömürücü, değersizleştirici ve köleleştirici bir düzene mahkûm ettiğini göstermesi açısından oldukça değerli bir yerde duruyor.
“Gig” kavramı müzik dünyasından gelir. Müzisyenlerin kısa süreli sahne işlerini tanımlamak için kullanılırdı. Bugün ise yemek dağıtımından ev bakımına, Uber sürücülüğünden temizlik işlerine kadar bütün “parça başı” işlerin düzenini tarif eder.
Güvencesiz yaşamları normalleştiren bu düzenin kökleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan görece güvenceli çalışma sisteminin çözülmeye başladığı1970’lere uzanır; petrol krizinin yarattığı ekonomik daralma, kâr oranlarındaki düşüş ve buna karşı geliştirilen neo-liberal politikalar (özelleştirme ve sendikasızlaştırma) bu çözülmenin temel nedenleri arasında gösterilebilir. Burada amacın, insanı, yaşamı ve emeği korumak olmadığı sermayeyi hayatta tutmak olduğu açıktır.
Bunun bedeli ise güvencesizlik, borç, parçalanmış yaşamlar ve bugün “gig ekonomisi” adıyla parlatılan sömürü düzeni içinde, haklarına erişemeyen ve giderek büyüyen ‘kendi işinin patronu’ kişilere ödetildi.
Bu düzen sanıldığının aksine sadece mavi yakalı işçileri değil, beyaz yakalı ve eğitimli emekçileri de kapsıyor. Çevirmenler, gazeteciler, yazılımcılar, tasarımcılar hepsi........
© Bianet
