"Su" diyen bir Hataylı'nın çığlığı
"Dest-bûsı ârzûsıyla
ger ölürsem dostlar,
Kûze eylen toprağum
sunun anunla yâra su…"
Fuzulî
Suyu şişeleyip satan bir ticari kuruluş akılcı bir sloganla markasını kalıcılaştırarak dillere pelesenk etmişti: "Su, hayattır"
Su, elbette hayattır. Hem de her daim. Çok yakın günlerde Diyarbakır’ın cehennemi sıcağında yaşadığım mekân bölgesine DİSKİ bakım nedeniyle iki gün su verememişti de! Hazırlıksız yakalandığımızdan su yoksunluğunun ne demek olduğunu bir kez daha anlamıştık.
Malum, 2023 depreminin üzerinden Ağustos 2025 itibariyle tam iki buçuk yıl geçmiş oldu. Konut sorununun yanında da su sorunu hiç gündemden düşmedi. Bu haftaki biamag yazıma bir okur konuğumu yerleştirmek istiyorum. Adı bende saklı okurum hayli edebi ve hüzünlü bir mektup yollamış Hatay’ın Defne’sinden.
Mektup şöyle;
"Yaşamak sözcüğünün kökü ‘yaş’tır. ‘Yaş’ ise ‘canlılık, tazelik, ıslaklık’ demektir. Bizler 6 Şubat 2023 sabahı gerek gökyüzünün bizi ıslatmasıyla gerekse beton yığınlarının arasından ölmeden çıktığımız için ‘yaş’tık. Fakat o malum sabahtan beri çektiklerimiz yetmezmiş gibi, Hatay’ın özellikle Antakya ve Defne ilçelerinde son aylarda bir yandan elektrik kesintileri ve elektrik kesintilerinin bahane edildiği su kesintileriyle sınanıyoruz.
Diğer yandan ‘kuraklık’ bahanesiyle susuzlukla imtihan ediliyoruz. Evet, kuraklık bahane! Zira binlerce yıl önce, teknolojinin, elektriğin olmadığı dönemlerde bu kente ‘kantara’ denilen su kemerleriyle su taşınabilmiş. Fakat günümüzde kentin yönetimini üstlenenler ‘Bir aylık suyumuz kaldı, 20 günlük suyumuz kaldı…’ diyerek adeta bizleri tehdit eder gibi bir misyon üstlenmişler. Evet, tehdit ediyorlar zira suyu çok kullanırsak TOKİ şantiyelerinden rant devşirecek kişiler zarara uğrayacak."
Deprem sonrası yılları kısaca hatırlatayım:
Yıl 2023: Hatay merkezi ‘çadır kent’ten ibaretti. Biz yine buradaydık ve çadırlar su içmezdi.
Yıl 2024: Hatay merkezi ‘Konteyner kent’ olmuştu. Biz yine buradaydık, gariptir ki konteynerler de su istemezdi.
Yıl 2025: Hatay merkezi ‘TOKİ kent’ ya da şöylesi daha doğru ‘şantiye kent’. Biz hâlâ buradayız fakat şantiyeler bizden çok daha fazla su içiyor.
Şimdi görünen şu ki su olmazsa şantiye de olmaz, biz de olmayız. Tercih yapmak gerek ‘şantiye’ mi olsun, ‘biz’ mi olalım? Karar mercii biz değiliz elbet, bunun kararını biz veremeyiz. Aslında tehdit gibi uyarılara bakılırsa karar çoktan verilmiş. Şantiyelere ‘Dur!’ diyen yok, bizler susuzlukla kırılıyoruz.
Olaya bir başka açıdan bakalım, kent yöneticilerinin bizlere ‘20 günlük suyumuz kaldı’ dedikleri gün okulların açılmasına yaklaşık 20 gün kalmıştı. 20 gün sonra su bitmiş (ya da bitirilmiş) olacak, tabii okullar da açılmış olacak. Buyurun bu denklemi çözün. Kitapla, kalemle, okulla ilk defa buluşan minik çocuklarımızın; geleceğimiz olan o pırlanta gibi gençlerimizin içme suyunu betona gömüyorlar.
Beton mu yoksa bu minik çocuklarımız, geleceğimiz olan gençlerimiz mi? Yetki sahiplerine, muktedirlere ne lazım malum ama bizlere yaşamımız, geleceğimiz, doğamız lazım.
Henüz 'Allah’ın rahmeti!' adlandırılması olmadığı dönemlerde bile bu coğrafyada insanlar ilkel yöntemlerle yaptıkları kantaralarla kente su taşıyabiliyordu. Şimdi bunca teknolojiye rağmen kent susuz. Bizler susuzluğa, hastalığa, ölüme sürükleniyoruz. Empati kurun lütfen, çocuklarınızın okulundaki suları inşaata kullandıklarını ve hijyenden yoksun olan evlatlarınızın hastalıkla boğuştuğunu…
Günlerdir feryatlarımızı yetkili birimlere ulaştırmaya çalışıyoruz ancak hiçbir olumlu gelişme, hiçbir çözüm ve hatta hiçbir dönüt yok. Gölgede 50 derece sıcaklığı yaşadığımız şu günlerde, en temel yaşamsal ihtiyacımız olan içme suyumuz rant uğruna şantiyelere gönderiliyor. Bu su bizim, bu su okula yeni başlayan çocuklarımızın, bu su havada kuşun, sokakta kedi köpeğin, toprakta bitkinin suyu. Velhasıl beton, bu saydıklarımdan daha değerliyse kapatın ışıklarınızı, hepimizin betonu bol olsun!”
Efsaneye göre Ravi’ler dermiş ki Hatay’ın Defne’sindeki “Harbiye Şelalesi” tanrı Apollon’un gözyaşlarıymış. Çok yıllar evvel bir Avrupalı beni ademin yolu işte o yemyeşil vahanın içine düşmüş de Apollon’un gözyaşı olarak çağıldayarak akaduran suya bakmış ve hikâye bu ya; “Bu su böyle akar, siz de böyle bakar…” demiş(miş)!
Ee, Harbiye’nin suyu da kurumaya yüz tutmuşsa ağla Apollon ağla gözlerinde yaş kalmışsa eğer…
Evet adeta çığlık çığlığa “Su” diyen mektupla birlikte benden bu kadar. “Su” diyor ya hu “Su…” Daha ne desin…
Hayat bize bir tas su verene “su gibi aziz ol” diyor. Susuz bırakıp “rezil” olacağınıza, su verip “aziz” olun.
"Hawar delal, hawar delal!
Tas’a sipî ava zelal
Te vexwar me got helal"
(ŞD/AB)
Amerika'nın keşfi, insan evladının uygarlaşma yolculuğunda çok önemli bir mihenk taşı olup, gezegenin kaderi üzerinde de çok mühim etkilere neden olmuştur.
Avrupalı fatihlerin Amerika kıtasında kolonileşmesi, hem daha önce Amerika'da yaşayan yerli halklar hem de Avrupalı göçmenler açısından olumlu ve olumsuz pek çok değişime kapı aralamıştır. Yerli halkların nüfusunda ve gücünde çok ciddi oranda azalma olurken, yeni kıta, yeni gelenler için cennet arayışında bir umudu yeşertip, yeni fırsatlar ve yeni bir hayat kurma, yeniden başlama imkanı yaratmıştır.
Kristof Kolomb'un 12 Ekim 1492 günü ayak bastığı yer, günümüzde tam olarak bilinmeyen Bahamalar'a ait bir adaydı ve bölge yerlileri tarafından Guanahani olarak adlandırılıyordu.
Kolomb'un keşfi, tesirleri günümüzde de devam eden bir dizi siyasi, kültürel ve dini etkilere neden olmuştur. Kolonileşme ve sömürgeleştirme sürecini başlatmış, Avrupalıların taşıdıkları hastalıklar ya da uyguladıkları soykırım nedeniyle yerli halkların nufusunda ciddi oranda azalma olmuştur.
Dünyada kapitalist sistem ve endüstrileşme ile sonuçlanan bu gelişmeler, günümüzde de kültürel olarak bütün dünyayı etkileyen tüketim kültürünün gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Tüketim kültürünün gelişmesi de doğal olarak ekolojik denge üzerinde bir takım problemlere neden olmuştur.
Amerika'nın keşfinin siyasi, kültürel, ekolojik, bilimsel ve teknolojik pek çok etkisi olup, endüstriyel gelişimi ve kapitalizmi beslemiştir. Bildiğimiz anlamda kapitalizmin ortaya çıkışı 16. ve 17. yüzyıllarda gerçekleşmiştir.
Amerika kıtası, özellikle kolonizasyon dönemi, yeni kıtanın restorasyonu yoluyla cenneti yeniden yaratma umudu taşıyan, ilk yerleşen öncülerle doluydu. Bu keşif, dünyada politeist ve monoteist dinlerin mensupları arasındaki mücadelenin, monoteistler lehine gelişmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak, Amerika'nın politeist çok tanrılı yerli halklarının nüfusu ciddi oranda azaldı.
Mücadelenin, monoteist, tek tanrıcı, hristiyanlar lehine sonuçlanmış olması endüstrileşme için uygun bir zemin yarattı. Çünkü, politeist çok tanrılı yerli halkların inançları, doğayı kontrol edip azami düzeyde ondan faydalanmayı hedeflemiyordu. Monoteist tek tanrılı inançlar doğanın rasyonalize edilmesine, bir diğer ifade ile doğanın işlenmesine daha uygun olduğu için, endüstrileşmeyi teşvik etti. Bu savaş aynı zamanda, doğa merkezli bir anlayışla, insan merkezli bir anlayış arasında gerçekleşmişti. Doğanın parçası olduğuna inanan çok tanrıcılarla, onu araçsallaştıran tek tanrıcılar arasındaki mücadeleyi tek tanrıcılar kazandı.
Amerika'nın keşfi, endüstrileşme ve teknolojinin gelişmesi ile beraber tektipleştirici, dünya insanlarını, birer tüketim figürüne dönüştüren sürecin başlamasında da çok etkili oldu.
Avrupalı fatihlerin binyılcı, mesihçi bir anlayışla gerçekleştirdikleri fetihlerle, hristiyanlığı bütün dünyaya yayma arzusu, kısmi de olsa gerçekleşti. Amerika'nın keşfi ve kolonizasyonunun kültürel, siyasi, ekonomik, sosyal ve bilimsel pek çok yönü var. Bu nedenlerin arkasında çok büyük ehemmiyet arz eden dini nedenler de var. Bu yazının konusunu ağırlıklı olarak dini nedenler teşkil etmektedir.
Amerika'nın keşfedilmesinde çok büyük etkileri olan binyılcı ve mesihçi hareketler, cennet ütopyası ve kehanetler üzerine, pek çok çalışma yapılmıştır.
Amerika'nın keşfi ve kolonileşmesi, eskatolojinin (dünyanın sonu ile ilgili inanışlar) etkisi altında gerçekleşmiş olup, çok önemli dini sonuçları olmuş, tek tanrılı dinlerin bütün dünyaya yayılmasına çok katkı sağlamıştır.
Dünyanın belirli aralıklarla düzeninin bozulduğu ve yenilenmesi gerektiği düşüncesi sadece ilkel toplumlarda değil tek tanrılı inanç sistemlerinde de gözlemlediğimiz bir şey.
Aslında dünyanın yok olması kötümser bir düşünce değildir. Dünya kendine özgü bir sürede yozlaşır ve çöker. Yozlaşan dünya yeniden yaratılır. Başlangıçların yetkinliği fikri önemlidir. Bu nedenle başlangıçların mükemmelliğine dönme arzusu hem çok tanrıcılar hem de tek tanrıcılar nezdinde gördüğümüz bir inanç olup, başlangıçtaki altın çağa dönüş isteği hep vardır.
Yeni bir çağın gelişi için, bir takım yıkıcı değişimlerin olacağını iddia eden binyılcılıkta olduğu gibi eskatolojinin Amerika'nın keşfinde çok önemli bir rol üstlendiğini görüyoruz.
Dünyevi hayat ve gezegen olarak dünyanın kaderi üzerinde çok önemli etkileri olmuş olan, yeni kıtanın keşfinin arka planında, gerilim ve büyük tutku içeren, kehanet, eskatolojik ve mesihi hareketlerin çok olduğu görülmektedir.
Büyük denizci Kristof Kolomb coğrafik keşiflerine eskatolojik bir anlam yüklüyor ve "Yeryüzü Cenneti"ne yaklaştığından şüphe etmiyordu. Kolomb için yeryüzü cennetini arama, İncil propagandasına açık yeni bir dünyadan daha fazla şeyi ifade ediyordu, keşif olayının eskatolojik bir değeri vardı. Kolomb, Prens John'a şöyle söylüyordu: "Tanrı beni yeni bir göğün ve yeni bir yeryüzünün elçisi yaptı. İşaya'nın ağzı ile konuştuktan sonra, Aziz Yuhanna'nın vahyinde ondan bahsetmişti ve bulunduğu yeri bana göstermişti."
Batı Avrupa'yı ciddi şekilde etkileyerek değiştiren okyanus ötesi seferler,........
© Bianet
