menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Tarihin çivisi, barışın sesi, Kadeş'in dersleri...

10 1
26.05.2025

Bazı sözler vardır, yaşamda deneyimle daha iyi kavrarız.

“Tarih günümüzde gizli ve biz, tarihin başlangıcında gizliyiz” sözü de öyle bir güce sahip.

Bu söz üzerinden biraz tarihe uzanıp, geçmişi bugüne ve bugünü de geçmişe götürmek mümkün gibi.

Bize bu fırsatı veren bir antlaşmayı sadece hatırlatmakla yetineceğim.

Kadeş Antlaşması…

Hani bir replikası New York’taki Birleşmiş Milletler Binası’nda sergilenen antlaşma…

Bu antlaşmayı duymayan azdır, çünkü tarihin bilinen ilk yazılı antlaşmasıdır.

Antlaşma, MÖ 1274’te gerçekleşen Kadeş Savaşı’nın ardından, MÖ 1258’de resmen onaylanmıştır.

Bu antlaşmayı sadece bilinen en eski barış metni olarak ele alamayız, bu metin aynı zamanda “Barış neden yapılır/yapılmalıdır?” sorusunun da en iyi örneği olabilir.

Kadeş’i hatırlamak iyi olabilir, çünkü çok güncel.

Anadolu merkezli Hitit İmparatorluğu ve Nil kıyılarında yükselen Mısır Yeni Krallığı’nın Suriye üzerindeki hegemonya savaşı, bitmek bilmez bir durumdayken hikâye başlıyor.

Çok tanıdık mı? Malum, Suriye hala tüm güçlerin restleşme alanı.

Antlaşmanın neden yapıldığına dair birkaç nedeni hatırlayalım.

Birincisi; yıllarca süren savaşta iki tarafın da ağır kayıplar vermesi ve savaşın sürdürülemez hale gelmesi…

İkincisi; Mısır, Deniz Kavimleri gibi dış tehditlerle karşı karşıyayken, Hititler de yükselen Asurlardan çekiniyordu. Bu ortak tehditler, barış yapmayı zorunlu kıldı.

Üçüncüsü; stratejik çıkarlar onları masaya getirdi. Birlikte hareket etmenin, savaş ile kaybolan çıkarlardan daha fazla olduğunu fark ettiler.

İşin özü, barışın bir zorunluluk olduğunu iki tarafın da görmesidir.

Hatta daha da derinlemesine bakarsak, ortada bir “ebedi barış” istenci var.

Çünkü taraflar saldırmazlık, karşılıklı savunma, sınırların belirlenmesi ve mültecilere insani muamele gibi kararlar alıyorlar.

Her iki ülkenin lideri de iç istikrarlarını dış uzlaşmayla kurmayı seçiyor.

Krallar birbirine “kardeşim” demeye başlıyor. Hakeza, antlaşmanın ilginç ayrıntılarından biri, iki kral arasında “iyi dostluklarının, kardeşliklerinin ve büyük krallıklarının devamı” için yapıldığı vurgusunun yer yer almasıdır.

Toparlarsak; siyasi, diplomasi, ekonomik ve daha birçok nedenden ötürü barışa gidilmiştir. Eşitlik ilkesi gözetilmiş, birbirini tanımaya özen gösterilmiştir.

Kadeş bize savaşın her şeyi çözmediğini, bunun yerine diplomatik temasların, diyalogların çok daha büyük zaferlere yol açtığını göstermektedir.

Antlaşmanın yazılı olması, sözlerle ve niyetlerle yetinilmemesi de önemlidir.

Kadeş’te durum kısaca böyle iken, bu antlaşma bugün bize ne söylüyor?

12 Mayıs’ta ilan edilen fesih kararı ve sonrasında gelişen, daha doğrusu devlet cephesinde “pek gelişemeyen” lakin askıda umut ile devam eden sürecin kendisi, Kadeş’in bir güncel kopyası gibidir.

Bugünkü barış sürecinin iç ve dış nedenleri sayıldığında benzer şeyleri duyuyoruz.

Barışın bir zorunluluk olduğu fikrini bin yıllar önce söylemesi muazzam bir değerdir.

Sorun, bizim buradan ne öğrendiğimizdir.

İyi biliyoruz ki barış bir belgeyle başlamaz, her şeyden önce bir niyetle başlar.

Kadeş bize ortak çıkarların, diyalog ve müzakerenin, eşitlik ilkesini gözetmenin öneminden bahseder.

Kadeş belgesinde yer alan mültecilerin insanca iadesi, ortak savunma maddeleri, eşit hitaplar, sadece dönemin değil, her dönemin insani refleksidir.

Kadeş Antlaşması, bitmek bilmeyen savaşlar ve savaşların yarattığı anlam yoksunluğundan çıkarak barış, istikrar ve işbirliği arayışındaki en kıymetli belgedir diyebiliriz.

Bugünden bakınca belki şunu sormak lazım:

Kadeş’te antlaşma yapanlar bizden daha mı bilinçliydi, yoksa çaresizlikten miydi?

Bugün sahip olduğumuz araç-gereç-bilinç sayesinde, mantık olarak, savaşları azaltmamız gerekirdi; oysa daha çok savaşa bulaşmış bir insanlık gerçeği var.

Ne ilginçtir, 21. yüzyılda barış, çaresiz kalmanın sonucu olarak ziyaret edilen bir fenomen artık.

Kadeş, bize barışın mümkün, ama her zaman mümkün olduğunu söyler.

Yetmez, bir de ortak aklın erdemini mimler.

Bugün bir irade lazım. Nedir bu irade? Kadeş gibi bir metni veya metinleri günümüze tercüme edecek bir irade…

Binlerce yıl önce düşman dediğine “kardeşim” diyen anlayış, bugün neden kardeşlik hukukunu tesis edemesin?

Barış, ancak birbirimizi yok edemeyeceğimizi anladığımızda mı başlar?

Binlerce yıl önce ortak çıkarları ve diyalogu gözeten stratejik akıl, bugün neden cesaret edemesin?

Unutmamak lazım: Savaşın galibi, barışın ise zamanı yok…

Bugünden bakınca, dileğim şu olur:

Kadeş’in barışını yeniden yazmak mümkün.

Hatta ilk defa bu kadar yakınız.

Kadeş barışı çiviyle yazıldı, biz de bunu sağduyu, akıl ve hukuk ile yazabiliriz.

(ÖA/VC)

Neoliberal sistemin korktuğu, olmaması için hepimizi korkuttuğu iki önemli şey var: Boş alan ve boş zaman.

Boş alanları inşaatlarla, yapılarla ve “yaşam merkezleriyle” dolduran sistem, kişiden bir “performans öznesi” olmasını ısrarla isterken ona her koşulda (geceleri, gündüzleri, seyahatte, dinlenirken, tatilde vd.) çalışması gerektiğini söylüyor. Bu durum da Kazimir Maleviç’in “varlığı anlamlı kılıyor” dediği boşluğun örselenmesine denk geliyor.

Yaşamaya vakit ayırmayı paranteze almak ise tembellik ve aylaklık hakkından çalmak demek. Tüketimin ve sistemin sürdürülebilirliğinin her şeyin önüne geçirildiği günümüzde, sürekli çalışmanın kutsallaştırıldığı, boş zamanın ise “verimliliğin” ve “performansın” düşmanı hâline getirildiğini görüyoruz. Bir zamanlar toplama kamplarının kapısına yazılan “çalışmak özgürleştirir” sloganının bir benzerine rastlıyoruz şimdilerde. Sistem, bir yandan hızla çalışmayı öğütlerken diğer taraftan “yavaşlamayı” piyasaya sürüyor. Yorulanları, performansı ve verimliliği daha da artsın diye teskin edip dinlendiriyor. “Refah”, “zenginlik” ve........

© Bianet