Mucizelere de şüpheye de inanıyoruz...
■ 1 Ekim 2024’te, TBMM Genel Kurul’da tokalaşma ile başlayan süreç bugün sınırların ötesinde yeni bir aşama ile devam ediyor. Gel-gitli bir sürecin ardından, görece kazasız belasız bir yılı doldurmak üzereyiz. Hakkını verelim, geçen süreçte birçok ilke tanıklık ettik: Silah bırakmanın en başa alınması, 26 yıl aradan sonra cezaevinden bir mesajın görüntülü yayınlanması gibi gelecekte de çokça analiz edilecek, örnek gösterilecek durumlar yaşandı. Şimdi tüm bunların toplamı olarak silah bırakmanın kendisi gerçekleşiyor ve bu tören sınırlarının ötesinde, Süleymaniye’ye bağlı bir yerde oluyor. Birkaç yıl önce Amed Newroz’unda bir pankart vardı, “Bu hikâye Fis’te başladı, Fis’te bitecek” yazılıydı. Fis köyünden baya uzakta, Süleymaniye’de şekilleniyor hikâye. Lice taraflarına ne zaman varır, göreceğiz.
■ Yaklaşık 150 kişilik bir heyet bu töreni canlı izleyecek, bunun için İstanbul, Ankara ve Diyarbakır merkezlerinden Şırnak’a gidildi. DEM Parti Cizre ilçe binasında ilk soluklamadan sonra nihayet toplu şekilde bir yemek yerinde yanyana geliyoruz. (Cizre‘nin çok serin oluşu elbette yüreğimize su serpiyor, bundan dolayı su yetmiyor)
■ Dört otobüs ve birçok araçtan oluşan heyet, her temsilden gerçek bir kültür mozaiği.
Akşam güneş batmadan Habur kapısına yetişmeye çalışıyoruz.
Tabii kafalarda birçok soru işareti var, en azından kapıdan sürekli geçen arkadaşlar “en az 3 saat orada kalacağımızı” iddia ediyor. Biz de böyle özel bir günde herhalde geçişin kolay sağlanacağını umut ediyoruz. Habur’a doğru giderken aklıma 2009 süreci geliyor. Malum halen kriminalize edilen bir sevinç olayıydı.
19 Ekim 2009'da, "Demokratik Açılım" süreci kapsamında, Sayın Öcalan'ın çağrısıyla 8'i Kandil'den ve 26'sı Mexmur Kampı'ndan gelen toplam 34 PKK’li, Habur’dan Türkiye'ye giriş yapmıştı. Bu olay, Türkiye'nin yakın siyasi tarihinin en çok tartışılan ve hafızalarda yer eden anlarından biri oldu.
■ 16 yıl aradan sonra yeniden Habur kapısındayız, fakat bu sefer yaklaşık 50 bin kişilik bir karşılama yerine 150 kişilik bir gidiş var.
Neyse, Habur’a vardığımızda bir hazırlık olduğunu görüyoruz, geçişler çok hızlı ve seri bir şekilde oldu. Bu durumdan en fazla hoşnut olan otobüs şoförleri, çünkü bu kapılardan her geçişleri en az dört beş saate mal oluyor. O anlamda böyle seri geçmek, hele protokol yolunu kullanmak alışkın oldukları bir şey değil.
■ Pasaport sırasında iken “umarım pasaportumda bir sorun çıkmaz” diyen arkadaş sayısı çok fazla. Çünkü son dakika birçok durum yaşanıyor ve maalesef kötü haber. Ajansa Welat ekibinden Bilal Gündem’in pasaportunda bir sorun çıkıyor kendisi oradan geri dönmek zorunda kalıyor. Ankara’ya ulaşılmaya çalışıyor ama saat geç.
■ Pasaport sırasında Gültan Kışanak ile sohbet ediyoruz, en son IŞİD saldırısı sonrasında beraber Beyta Laleş, Duhok ve Zaxo’ya gitmiştik. Bu gelişi de son anda oldu. Yurtdışı yasağı kalkınca gelebildi.
■ Akın Birdal ile sohbete devam ediyoruz. Kendisi heyecanlı, çünkü en son yine bir çözüm için bu kapıda geçmiş ve aradan geçen onlarca yıldan sonra ilk defa yeniden başka bir çözüm için yine bu kapıdan geçiyor.
■ Federe Kurdistan Yönetimi anlamlı bir karşılamada bulunuyor. Resmi ilk açıklama kapıda gerçekleşiyor.
■ Kapıdan çıktıktan sonra, henüz Zaxo’da iken otobüsler mazot alacaz diyor. Bir yarım saat bekleyeceğiz. Tam o esnada otobüsün arkasında kırmızı ışıklar ile kaygan yazıyı fark ediyorum. “Liceli” yazısı yanıp sönüyor. Sonra şöfürün adı geçiyor. Birazdan instagram hesabı geçer diyorum ama geçmedi. Onun yerine büyük harflerle “Şüphe Tek Gerçektir” yazısı geçiyor. Bu söz iki yerden tanıdık geliyor. Biri Descartes felsefesi, diğeri Ramiz dayı… Genç Liceli ustamıza soruyorum. “Bu sözü asmışsın arkaya, kimin sözüdür?” Tereddütsüz cevap veriyor: “Benımdır abê”
■ Cezaevinde de bir arkadaş vardı. “Unutulanlar unutanları unutmaz” sözünün kendisine ait olduğunu söylüyordu. Ne ilginçtir o da Liceli idi.
■ Fakat tabi böylesi önemli bir olayda heyeti taşıyan otobüsün gerçekliğe şüphe üzerinden ettiği davet, kayda değer. Diliyoruz şüphe duyulan şeyler Hewler sıcağında erir gider.
■ Duhok’a doğru yola koyuluyoruz. Eşlik eden güvenlik ve mihmandarlar derken uzun bir konvoy oluyoruz. Yollar adeta bize kapatılmış gibi. Sorunsuz geçiyoruz.
■ Yolda Julide Kural ve Ayla Akat ile sohbet ediyoruz. Ayla Akat durumu anlatıyor. “97 sürecinden bugüne ben 3 kezdir bu anlara tanıklık ediyorum” diyor. Julide Kural da son derece heyecanlı, şansımıza o ara Kadir İnanır ile görüntülü konuşuyor. Selam iletiyoruz. Kadir abênin sesini duyuyoruz. Bu da gecenin sürprizi oluyor. Çok istiyormuş o da burada bulunmayı, lakin sağlık sorunları henüz buna elverişli değilmiş, fakat iyi haber; son derece hızlı iyileşiyormuş.
■ Gazeteciler çok olunca özellikle eş başkanlara soru üstüne soru geliyor. Her mola yerinde toplu röportaj alınıyor. Tuncer başkan elli röportaj verdi fakat çıkan haber giydiği Lacoste tişörtü oldu. Tabi şaşırıyor insan…
■ Sırrı Süreyya’nın abisi Ali Önder de otobüste. Hele fotomuzu çek diyor. Çekiyorum. Altına Sırrı Süreyya’ya iletilmek üzere “Barışı getirmeye gidiyoruz” yaz diyor. Yazıyorum…
■ Heyetin önemli gündem maddelerinden biri de cumartesi günü CB Erdoğan’ın yapacağı konuşma. Birçok teori, görüş vs. var. Dilelim somut şeyler söylesin.
■ Biraz önce yani gece 12 gibi Hewler’e giriyoruz. Şehirde ilk gördüğüm devasa billboardda “Belive in Miracles” yazıyor. Yani mucizelere inan…
Açıkçası olan bitenler elbette bir yönüyle de mucizevi şeyler.
Ve bu mucizeye sonuna kadar inanıyoruz.
■ Sabah erkenden, önümüzdeki yüzyılı değiştirme potansiyeli olan bir mucizenin tanıklığına uyanacağız. Herkes heyecanlı. Herkes umutlu…
Tek isteğimiz yarın, geri kalan tüm günleri hepten değiştirecek kıvılcıma evirilmesi.
(ÖA)
Kendini kaybedip adeta trans halinde ekrana ya da yeşil sahaya kilitlenerek bir futbol müsabakasını izlemek, kimileri için anlaşılmaz, kimileri için ise mutluluğun ve duygusal dalgalanmaların en büyük kaynağıdır. Bu yazıda, futbolun Türkiye’deki sınıfsal dönüşümünü, taraftar profilinin değişimini ve işçi sınıfının futboldan nasıl uzaklaştırıldığını tartışacağım.
Bu duygusal dalgalanmaların somutlaşmış, görece yeni bir fenomeni var. Milyonlarca dolarlık transferler üzerinde sosyal medya aracılığıyla etki yaratma imkânı. Daha önce dünya yıldızlarını her sene ayrı takımlara yazarak, bu hayali beklentiyle kendisini sattırmayı başaran bir gelenek vardı zaten. Herkesin yalan olduğunu bildiği bu habercilik anlayışı, karşılıklı tahammül ederek varlığını devam ettirdi. Buna, transfer müptelalığı diyebiliriz.
Futbol taraftarlığı, asgari ücretle yaşayıp milyonlarca euroluk transferler için baskı yapabilme (hayali) gücünü sağlıyor. Oysa yaşamın diğer alanlarında –ekonomide, siyasette, işyerinde– bu kadar büyük meblağlar üzerine bu kadar net fikir belirtme ve etki gösterme şansı asgari ücretlilere tanınmıyor. Türkiye’de işçi sınıfının yabancılaşması ve yetkisiz bırakılması, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın transfer tartışmalarında kristalize oluyor. Aylık ortalama 400 euro kazanan bir işçi, kendi takımının 100 milyon doları aşabilecek Osimhen transferine dair sosyal medyada çeşitli platformlarda görüş bildiriyor. Duran ve Abraham transferlerine ödenen yüksek ücretler örnek gösterilerek, “Diğerleri veriyorsa biz neden vermeyelim?” söylemiyle bu harcamalar savunuluyor.
Futbol bir dönüşüm içinde ve hızlı adımlarla futbol ekonomisi, taraftarlığı da değiştiriyor. Taraftar grupları, geçmişte zenginlerden oluşan kulüp yönetimlerini istifaya çağırabiliyordu. Kendi işyerinde greve gidemeyen, günlük yaşamında zenginlerle aynı ortamlarda bulunamayan taraftarlar, en azından onların yaptıkları işten uzaklaşmalarını talep edebiliyordu. Bu durum, özel mülkiyetten ve zenginlikten uzaklaştırılmış kesimlerde sahte bir tatmin duygusu yaratıyordu. Buna rağmen, çoğu zaman kendi başkanlıklarını savunma refleksi de gelişiyordu. İşyerinde kendisinden belki daha fazla maaş isteyecek işçi, kendi takımın başkanı olduğunda ona şarkılar söyleyecek bir duruma da geçebiliyordu. Bu ilişkinin prototipi Ülkerspor Basketbol Takımı'ydı mesela. Kendi fabrikasının önünden kalkan otobüslerle, biletlerini karşıladığı işçilerini maçlara götürürdü. Günümüzde futbol tribünündeki işçiler fabrikadaki diğer işçilerin maaş beklentisine cevap verilmesini talep etmek yerine, o başkanların daha çok transfer için para vermesini istiyordu. Bu durumun sorgulanması, hegemonik düşüncenin kendisini getirdiği meşruluğu gösteriyor aslında.
Son dönemde futbol tribünlerindeki taraftar profili belirgin şekilde değişti. Yeni stadyumlarda localar ve özel koltuklar aracılığıyla zenginler tribünlere adım atarken, kimisi sadece görünmek, kimisi diğer zenginlerle sosyalleşmek, kimisi ise maçlara yalnızca göz ucuyla bakmak için geliyor. Artık futbol, kendi gerçekliğinin sınırlarını aşarak bir balon ekonomiye dönüşmüş durumda. Sponsorluklar, reklam gelirleri, yayın hakları ve Avrupa kupalarının etkisiyle devasa bir transfer piyasası inşa edildi. Bahis şirketleri de dünya çapında yeni bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Gelirlerin çok önceden harcandığı, borçla büyüyen bu yapı, kulüplerin geleceğini tehlikeye atmasına rağmen hâlâ sorgulanmıyor. Bu yıl da görünen o ki transfere ayrılan paralar rekorlar kıracak. Gelecekte elde edilmesi umulan gelirler üzerinden şimdiden borçlanarak yapılan bu transferler, kulüplerin geleceğini tehdit etse de, kapitalist ekonomiye duyulan kör güvenle bu durum hâlâ sorgulanmıyor.
İkincisi, taraftarların etki alanı ve baskı kurma olanakları geçmişe kıyasla büyük ölçüde arttı. Eskiden yalnızca yalan transfer haberlerinin okuyucusu olan taraftarlar, bugün 24 saat açık YouTube yayınları, X ve diğer sosyal medya platformları aracılığıyla transfer tartışmalarında aktif bir güç haline geldi. “Yangın yapma” deyimiyle ifade edilen bu organize tepkiler, yayıncıların daha büyük, daha masraflı transferler için baskı oluşturmasına zemin hazırlıyor. Bu dinamik içinde futbolcu menajerleri, sosyal medya yayıncıları ve kulüp yöneticileri kendi çıkarları doğrultusunda yön veriyor. Ortaya çıkan yapı, sürekli olarak yeni transfer talepleriyle beslenen, medyanın ve söylentilerin şekillendirdiği bir dünyayı doğuruyor. Bu ortamda transfer bütçelerinin nasıl paylaşıldığına dair söylentiler de yapısal hale geliyor; imalar, karşılıklı suçlamalar ve belirsizliklerle dolu bir döngüye giriliyor. Artık herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği ama hiçbir şeyin tam olarak kanıtlanamadığı bir dönem yaşanıyor. Bu söylentiler genellikle başarısız transfer dönemlerinde su yüzüne çıkıyor; çünkü........
© Bianet
