"Yeni Despotizm" üzerine...
Bülent Diken’i ilk olarak sinema yazıları ve kitapları ile tanıdım. Sinema okumaları, kanımca yıllara meydan okuyan nitelikte. Siyaset felsefesi alanında çalışmalarını da gördükçe kaçırmamaya çalıştım. Bu bakımdan son çıkan kitabı “Yeni Despotizm”i (Metis Yayınları, 2024) görünce heyecanlanmamak elde değildi.
***
Alt başlığı “Eski Bir Canavarın Yeniden Canlandırılması” olan kitap, yılan metaforlu sunuş ile başlıyor, dört bölüm ve üç arasözden sonra sonsöz ile kapanıyor.
Antik, Erken Modern, Zamansız ve Geç Modern dönemlerde despotizm olgusunun farklı yüzlerine eğilen yazar, arasözlerle de somutlaştırmaya çalışıyor. Bahsi geçen dönemlerin aralarındaki süreklilikleri, süreksizlikleri ve farklılıklardaki benzerlikler ile benzerliklerdeki farklılıkları ortaya koyuyor. Yine bu dönemleri üç temel kavram -despotizm, ekonomi, gönüllü kulluk- üzerinden ele alarak, kesiştikleri veya ayrıldıkları yerde nasıl yeni yüzlere büründüğünü belirtiyor. Dönemleri art arda incelemesinin nedeni de “Despotizmin gerçekliği, tekrar meselesine dayanır” tespitidir.
***
Kitap, despotizmin modası geçmiş veya istisnai bir yönetim şekli olduğu iddiasını reddederek, onun çağdaş toplumda paradoksal bir yeniden canlanma ve normalleşme sürecinde olduğunu söylüyor. Bu bir nevi kitabın da temel tezi diyebiliriz.
Sunuş bölümü, yılan metaforu ile açılıyor. Siyasetin belli kategorilere indirgendiği, ufkun da özellikle güvenlik talepleriyle çerçevelendiği gerçeğine değinerek başlayan Diken, bugünkü toplum da tek boyutludur diyor.
Diken daha kitabın başında metodolojisini açıklarken yılanı yakalamaya çağırır. Şöyle devam ediyor:
“Despotizmi ele almak yılan yakalamaktan güçtür. Genellikle yılan ortadan kaybolurken derisini geride bırakır ve toplumsal kuram despotizmin yaratıcı yönünü çoğunlukla azımsayarak veya görmezden gelerek boş yere bu döküntüyle cebelleşir durur.”
O halde yazara göre despotizm nedir? Onun da cevabı şöyle:
“Despotizmi en başta, yasa ile yasadışılık arasındaki ayrımın ihlali bakımından keyfi bir yönetim olarak tanımlıyorum. Despotizm Hitler'in totalitarizmi, Franco'nun diktatörlüğü veya Saddam'ın tiranlığı gibi fiili biçimlere indirgenemez. Esasen sonsuz bir repertuvarı vardır. Klasik, erken modem veya geç modem, tüm despotizmlerin ortak özelliği farklı olmalarıdır.
Hepsi aldatma teknolojileriyle o veya bu şekilde yasayı askıya almaya ve toplumsalı depolitize ederek korkuları ve umutları yönetmeye baksa da bunu her defasında ve her durumda farklı yaparlar. Kapma, despotik buyruğun en genel işlevidir. Despotik güç ancak kapabildiğini yönetir ve denetler. Kafka'dan ilhamla, despotik güç ‘kuş arayışına çıkan bir kafes’ gibidir.”
Derinlikli sunuş kısmından sonra birinci bölümde Antik Yunan’da despotizmin kökenlerine eğilir kitap. Ksenophon’un Hiero ve Oikonomikos eserlerini derinlemesine inceleyen yazar, özellikle siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkiye odaklanır.
"Hiero" örneğinde, tiran Hiero, iktidarın kendisini tebaasının sevgisinden ve gerçek mutluluktan mahrum bıraktığı bir gerilim içindedir. Simonides ise ona, halkın sevgisini kazanmak için kamu yararını gözeterek "görece ılımlı despot" olmasını öğütler.
Metin, bu diyalogdaki çelişkilere, yani Hiero'nun güç arzusu ve Simonides'in ahlaki kayıtsızlığına, eğilerek Atina düşüncesinde despotizmin genellikle sapkın bir rejim olarak görüldüğüne dikkat çeker. Antik Yunan düşüncesinde ev alanı (oikos) ile kent/kamu alanı (polis) arasındaki ayrımı vurgulayarak, despotizmin ev içi ilişkilerde köle-efendi dinamiğine dayandığını ama polis alanında aynı rahatlıkta olmadığını belirtir.
Diken’in bu bölümdeki amaçlarından biri en dipte despotizmin izlerini sürmektir. Platon ve Aristotales’e de uğrayan iz sürüş, halkın tiranlığa kayma riski veya demokrasinin istismar edilerek bir tür çoğunluk despotizmine dönüşmesinin somut izleri ile kapatır.
Bu bölümü takiben anlatılan Xenophon'un Anabasis eserini de atlamak istemem.
Anabasis eseri, MÖ 401'de Pers prensi Genç Kyros'un, ağabeyi Pers kralı II. Artakserkses'e karşı taht mücadelesi için topladığı 10.000 Yunan paralı askerinin destansı geri çekiliş hikâyesini anlatır. Kyros, Artakserkses'le savaşmak üzere gizlice paralı askerlerden oluşan bir ordu kurar. Orduda on bini aşkın Yunan vardır ve herkes gibi onlar da Pers kralıyla değil, küçük bir düşmanla savaşacaklarına inandırılmıştır. Aldatılanlardan biri de Anabasis'in anlatıcısı Xenophon'dur.
Ksenophon’un Anabasis’inde, merkezi otoriteden yoksun kalan bir Yunan paralı asker ordusunun, kendi kendini organize ederek hayatta kalması anlatılır. Diken bu metaforu kullanarak, despotik bir düzenin dışında kalmanın veya ondan kaçmanın yollarını sorgular. Çekirge sürüsü, kontrolden çıkmış, merkezi bir lideri olmayan ama birlikte hareket eden bir topluluğun imgesi olarak, despotik buyruğun işlemediği bir durumu temsil eder.
Diken bu öyküyü, birinci bölümün tartışmasını güçlendirir, diğer yandan da despotizmden kaçış ve kolektif hareket temalarıyla ilişkilendirir. “Çekirge sürüsü olmanın en iyi yolu” ifadesi, bireylerin bir otorite altında tek tek ezilmemek için bir arada, bir sürü gibi davranmalarını ima eder.
İkinci bölüm, modern devletin doğuş dönemine demir atar. Thomas Hobbes, Étienne de La Boétie, Niccolò Machiavelli ve benzeri erken modern düşünürlerin ışığında modern despotizmin tohumlarını arar ve tartışır. İkinci bölümün ana odağı, modern devletin, anarşi korkusuyla meşrulaştırılan bir gönüllü kulluk düzeni yaratmış gösterme çabasıdır.
Burada Hobbes’un Leviathan'ı, kaotik doğa durumuna karşı halkın güvenlik için özgürlüğünden vazgeçtiği bir “ölüm canavarı” olarak sahneye çıkar. Makyavel’in Prensi, her şeyi mübah sayan bir iklimle tüm alanlarasızmak ister. La Boétie’nin gönüllü kulluk eleştirisi, bireyin kendini nasıl büyük bir istekle zincire vurduğunu gösterir.
Diken özellikle Makyavel ve Hobbes üzerinde durur. İkisinin birbirini tamamladığını iddia eder. Machiavelli, özellikle Prens’te, güvenliği ve iktidarın sürdürülmesini mutlak öncelik haline getirerek, geleneksel erdem ve ahlak anlayışından radikal bir kopuşu ifade eder. Hobbes ise bu çizgiyi tamamlar; Leviathan'da, doğa durumunun korkunç kaosundan kaçan bireylerin, mutlak güvenlik arayışıyla tüm haklarını rızalarıyla egemen devlete (Leviathan) devrettiğini savunur. Bu "tam devir", devletin yasa koyma ve istisnai durumlarda hukuku askıya alma kapasitesiyle birleşerek, görünüşte rıza temelli ama özünde mutlak ve sorgulanamaz bir egemen diktatörlük yaratır. Hobbes'ta özgün olan şey, genel korkuyu egemen devlet korkusuna dönüştürmesidir.
Her iki düşünür de siyaseti ekonomiye indirger ve despotizmi, Machiavelli'de ıslah edilmiş bir prens figürüyle, Hobbes'ta ise Tanrısal mutlaklığı sekülerleştirilmiş bir devlet canavarı (leviathan) ile meşrulaştırarak, modern devletin despotik potansiyelini ortaya koyar.
***
Teorik çerçevenin en yoğun şekilde ifade edildiği üçüncü bölüm, “zamansız” vurgusu ile belirgin bir tarihsel dönemden ziyade, tarih-dışı bir alternatif arayışına odağı çevirir. Bu bölümde Spinoza başattır. Spinoza'nın despotizme karşı radikal eleştirisini bir dönüm noktası olarak görüyor Diken. Spinoza’ya göre despotizm, insanların hurafeye kapılması ve pasif duygulanımlar tarafından yönetilmesiyle çıkar. Bu da........
© Bianet
