Eleştirel dijital okuryazarlık: Nefret söylemi ve dezenformasyonla mücadelede anahtar yetkinlik
Bilgiye ulaşmak tarih boyunca büyük bir mücadele gerektirdi. Şimdi ise dijital bir çağdayız ve bilgiye ulaşmak artık hiç olmadığı kadar kolay; bilgi akışı bir saniyede neredeyse milyonlara ulaşıyor.
Günlük rutinimizde sıklıkla telefonumuzu elimize alıyoruz; belki ülke gündemini takip etmek, belki de dostlarınızın fotoğraflarına bakmak için en popüler sosyal medya platformlarına tıklıyoruz. Dünyanın dört bir yanından çatışma haberleri, spor müsabakalarının sonuçları ya da Türkiye’den siyasi gelişmeler işte hemen karşımızda.
Ancak bu hız ve erişim avantajı, beraberinde ciddi riskler de getiriyor. Bilgiye ulaşmak çok kolay olsa da, doğru bilgiye ulaşmak hiç kolay değil. Algoritmalar dijital dünyada ne tüketeceğimizi bizim yerimize seçiyor, hız duygusu eleştirel düşünmeyi bastırıyor. Nefret söylemi ve dezenformasyon, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek hem bireysel hem de toplumsal yıkıcı etkiler yaratabiliyor.
Dezenformasyon, tek başına boşlukta dolaşmıyor; çoğunlukla duyguları harekete geçirerek daha tehlikeli sonuçlara yol açıyor. Bu süreci bir mekanizma gibi düşünmek mümkün.
Her şey bir iddianın ortaya atılmasıyla başlıyor. Örneğin, “Suriyeliler üniversitelere sınavsız giriyor” iddiası. Bu, sosyal medyadaki sıradan bir yanlış bilgi gibi görünebilir; fakat doğru olmayan bir bilginin zarar verme potansiyeli, sandığımızdan daha fazla.
İkinci adımda bu iddia, hayatlarımızdaki gündelik adaletsizlik duygularıyla birleşir. İnsanlar kendi çocuklarının yıllarca emek verdiğini düşünürken, başka bir grubun “ayrıcalıklı bir şekilde” üniversiteye girdiğine inandığında, bu sadece bir “bilgi” olmaktan çıkar, yerini öfke gibi güçlü duygulara bırakır.
Üçüncü aşamaya geldiğimizde bu öfke, toplumsal bir hedef arar ve iddialar, nefret söylemine evrilir. Bu örnekte, göçmenler kolektif bir grup olarak suçlu ilan edilir. Başlangıçta “Suriyeliler sınavsız giriyor” şeklinde dolaşan tekil bir iddia, zamanla “Bizim geleceğimizi çalıyorlar” gibi ayrımcı söylemlere dönüşebilir. Böylece bireysel sıkıntılar, ekonomik kaygılar veya eğitim sistemine dair eleştiriler, doğrudan göçmenlere yöneltilir.
Bu örnek, yanlış bilgi ve nefret söyleminin nasıl birbirinden beslendiğinin göstergesi. İşte bu zinciri görünür kılmak, yanlış bilginin neden yalnızca basit bir “bilgi hatası” olmadığını, toplumsal barışı ve demokrasiyi tehdit eden, kutuplaşmayı doğrudan besleyen bir nefret üretim mekanizmasının olduğunu anlamak açısından kritik.
Elbette dijital dünya, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmadan önce de yanlış bilgi vardı; ama içinde bulunduğumuz bu dijital çağ, bu soruna nefret söylemi ve kutuplaşma gibi yeni ve karmaşık boyutlar getirdi. Böylece çözüm için gereken beceriler de daha çeşitli hâle geldi.
İşte tam da bu noktada, eleştirel dijital okuryazarlık lüks değil, adeta dijital dünyada hayatta kalma yeteneği olarak beliriyor. Eleştirel dijital okuryazarlık, bireylerin dijital teknolojiler aracılığıyla bilgiye erişme, yönetme, anlama, bütünleştirme, iletişim kurma, değerlendirme ve üretme becerilerini; aynı zamanda bu bilgiyi güvenli, etik, bağlama duyarlı ve toplumsal etkilerini gözeterek kullanabilme yetkinliğini ifade ediyor.
Özellikle “dijital medya okuryazarlığı”, “medya okuryazarlığı” ve “medya ve bilgi okuryazarlığı” kavramlarının sıklıkla birbirinin yerine kullanıldığını da belirtmek gerek. Peki bu yazıda neden “dijital medya okuryazarlığı” yerine “eleştirel dijital okuryazarlık” demeyi tercih ediyorum? Çünkü mesele sadece paylaşılan içeriklerin doğruluğunu sorgulamakla sınırlı değil; bilgiyi üreten ve dolaşıma sokan sistemleri, algoritmaların sahiplik yapılarını ve öne çıkardığı içerikleri anlayabilmek. Eleştirellik, işte tam bu noktada devreye giriyor: Bu yetkinlik, kullanıcıların dijital dünyada bilinçli kararlar almasını, çevrimiçi güvenliği sağlayabilmesini ve toplumsal etkileri kavramasını sağlama gücüne sahip.
Eleştirel dijital okuryazarlığın içerisinde yer alan becerileri anlatan birçok çerçeve var. Greenwich Üniversitesi'nden Juliet Hinrichsen ve Antony Coombs’un çizdiği çerçeve, beş aşamadan oluşuyor ve eleştirel bakış açısıyla desteklenen yerleşik bir okuryazarlık modeli resmediyor:
1) Kod çözme
Kod çözme, dijital dünyanın görünmez mekanizmalarını ve kurallarını görebilme yeteneği olarak özetlenebilir. Örneğin, sosyal medyada sürekli benzer içerikler görüyorsak, bunun bir tesadüf değil; algoritmaların seçimi olduğumu bilerek tüketmeye devam etmek kod çözmenin etkili bir çıktısı.
2) Anlamlandırma
Karşımıza çıkan her dijital içerik, bizim deneyimlerimiz, bilgilerimiz ve önyargılarımızla birlikte anlam kazanıyor. Bu yüzden anlamlandırma, dijital içeriğin bağlamını, amacını ve bize nasıl hissettirdiğini sorgulamaktan geçiyor. Örneğin bir grubu hedef alan nefret dolu bir paylaşımla karşılaştığımızda, bunun önyargıları ve dışlayıcı tutumları pekiştirdiğini hatırlamak gerek.
3) Analiz etme
Dijital ortamda bilinçli tercihler yapabilmek için içeriğin ardındaki üreticiyi, yani yazarın ya da kaynağın estetik, etik ve eleştirel tercihlerinin farkına varmak gerek.
Mesela, paylaşılan görsel doğru olsa da manipülatif bir bağlama sahip olabileceğini akılda tutmak gerek. Analiz etme, “Bunu kim üretmiş, hangi amaçla dolaşıma sokmuş, kimlere zarar verebilir?” gibi soruları sorarak düşünmeyi gerektiriyor.
4) Kimlik ve topluluk
Bu boyut, dijital dünyadaki varlığımızı bilinçli yönetmekle ilgili.
Çevrimiçi dünyada bilgi tek başına değil, kimliklerimizle beraber dolaşıyor. Yorum yaparken, paylaşımda bulunurken aslında kendi dijital kişiliğimizi inşa ediyoruz. Örneğin, bir sporcuya yönelik nefret dolu bir yorum gördüğümüzde sessiz kalmak da bir tercih; kibarca karşı çıkmak ya da alternatif bir ses olmak da.
5) Kullanma
Son adım, dijital araçları sadece tüketmek için değil, üretmek ve demokratik katılım için de kullanma becerisine işaret ediyor. Bir tanıdığımızın yanlış bilgi paylaştığını gördüğümüzde, sakin bir dille açıklamak, bu becerinin pratik karşılıklarından. Hem kendimiz hem de içinde bulunduğumuz topluluk için daha sağlıklı bir dijital ortam kurmak, aktif katılımdan geçiyor.
Bu, işin biraz teorik kısmıydı. Peki, bu becerileri günlük hayatımızda nasıl kullanabiliriz?
Dijital dünyada karşımıza çıkan her bilgi doğru değil. Her gördüğümüze hemen inanmamak, makul bir şüphe duymak ayaklarımızı daha sağlam bir şekilde yere basmamızı sağlar.
Eğer güvenilir olup olmadığından emin olamadığınız bir kaynakla karşılaşırsanız, bağımsız doğrulama platformlarını ziyaret edebilir ya da kendiniz gerçeğin izini sürebilirsiniz. Unutmayın, doğrulama yöntemleri sadece uzmanlara değil, herkese açık. Arama motorlarına iddiayı yazıp bu konuda diğer kaynaklar ne diyor diye bakmak, güncel mi yoksa eski bir haberin yeniden mi gündeme sokulduğunu kontrol etmek, içeriğin yazarının bu konuda uzman olup olmadığını teyit etmek yapabileceğimiz bazı doğrulama adımlarından.
Karşınıza çıkan içeriklerin, algoritmalar tarafından bize özel hazırlandığını hatırlayın. Yapay zekâ destekli algoritmalar aracılığıyla, bizleri meşgul tutmak için tasarlanmış içeriklerle beslenen filtre baloncuklarının içinde yaşadığımızı kavradığımızda, hem manipülasyona hem nefret söylemine karşı daha dirençli hale gelebiliriz.
Araştırmacı Myojung Chung’un başında olduğu araştırmanın sonuçları, algoritmalar hakkında bilgi sahibi olmanın yanlış bilgiye karşı tutum ve davranışları nasıl şekillendirdiğini ortaya koyuyor.
Öfke, şaşkınlık ya da korku… Bu gibi duygular, hem manipülasyonun hem de nefret söyleminin kapısını aralayabilir. Bu yüzden, içgüdüsel bir kasise ihtiyacımız var. Sadece fark etmek bile, duygularımızla hareket etmenin etkisini azaltmaya yardımcı olur. Bir adım geri çekilip “Bu içeriği görünce ne hissettim, bundan kim zarar görebilir?” gibi sorular sormak, bizi eleştirel dijital okuryazarlığa bir adım daha yaklaştırır.
Hız her zaman dostumuz değil. Yanlış bilgi, sandığımızdan çok daha hızlı yayılıyor ve günün sonunda, kutuplaşma artabiliyor. Tersinden düşünün: “Bu iddia tam tersini söyleseydi, yine de inanır mıydım?” diye sorgulamak, kendi önyargılarımızı fark etmenin iyi bir yolu.
Bireysel refleksler elbette çok kıymetli. Bu küçük adımlar hem bizi koruyor hem de çevremize yayıldığında kolektif direnç oluşturuyor. Ama sorumluluk yalnızca bireylere yüklenmemeli.
Çözüm, bireylerin dikkatli olmasının ötesinde; platformların şeffaflığı, regülasyonlar, eğitim politikaları ve toplumsal farkındalıkla mümkün. Teknoloji şirketleri algoritmalarını şeffaflaştırmalı, hükümetler hesap verebilir kurallar koymalı, sivil toplum ve akademi eğitim ve etik habercilikle toplumu güçlendirmeli. Gerçek değişim ancak bu kurumların aktif rol almasıyla gerçekleşebilir. Eleştirel dijital okuryazarlık, bu yapıları da mercek altına almayı içeriyor.
Dr. Gianfranco Polizzi de kamu kurumlarının, özellikle eğitim sisteminin, eleştirel dijital okuryazarlığı yaygınlaştırarak insanların demokrasiye daha aktif katılımını sağlama sorumluluğuna dikkat çekiyor.
UNESCO’ya göre ülkeler dijital okuryazarlık politikalarını farklı amaçlarla geliştiriyor. Mesela Kore’de amaç daha şeffaf kamu hizmeti iken Umman’da dijital uçurumun kapatılıp gençler için istihdam oluşturulması hedefleniyor. Bu farklılıklar, nefret söylemi ve dezenformasyonla mücadelede kültürel bağlamı gözetmenin önemini gösteriyor.
Eleştirel dijital okuryazar olma serüveni, uzun ve zorlu bir yol. Peki bunun yerine “Grok, bu doğru mu?” diye sorsak, o da bizim yerimize kontrol etse, daha kolay ve hızlı olmaz mı?
Eleştirel dijital okuryazarlık, aynı bir kas gibi çalıştırıldıkça güçlenir. Eğer her şeyi başka birine sorarsak, zamanla kendi sorgulama ve analiz etme refleksimizi kaybetmek kaçınılmaz olur. Oysa kendi sorgulamamızı yapmak, bizi dijital dünyada bilinçli hareket eden aktif bir özneler yapar.
Öte yandan her tekil kaynak gibi, yapay zekâların da hatalı, eksik ya da manipüle edilebilir cevaplar verme ihtimali var. Eleştirel düşünmek, bilgi çeşitliliğini kaybetmeden, birden fazla kaynağa göz atmayı gerektiriyor.
Kısacası eleştirel dijital okuryazarlık, bizi manipülasyondan koruyan bir kalkan olmanın ötesinde, toplumsal barışı ve........
© Bianet
