Sevgisiz dünyaya karşı: Emmy’den edebiyata Filistin için bir çağrı
Geçtiğimiz günlerde Emmy Ödülleri’nde sahneye çıkan Hannah Einbinde, Javier Bardem ve onları destekleyen binlerce film emekçisinin tavrı, ünlü orkestra şefi Ilan Volkov’un Londra’daki BBC Proms konserindeki konuşması, Filistin’deki soykırıma dikkat çekmek açısından çok önemliydi. Yapılan konuşmaları hem dayanışma çağrısı hem de sanatın tarih boyunca üstlendiği direnişçi rolün yansıması olarak okumak mümkün.
Gerçi bizim gündemimizde şarkıları "aile düzenini bozmak", sahne performanslarını "hayasızca hareketler" diye yaftalamak var ama… Olsun, yine de biliyoruz ki sanat, türlü türlü şekillerde mesajını veriyor: "Sevgisiz bir dünyaya karşı sözümüz var."
Mücadelesini edebiyat cephesinde sürdüren isimlerden biri de Filistin asıllı Amerikalı yazar Susan Abulhawa. Onun Sevgisiz Dünyaya Karşı (Against the Loveless World) romanı hem Filistin halkının dramını hem de özgürlük ve sömürgeciliğin ve de zorla yerinden edilmenin kuşaklar boyu süren etkilerini anlamak için çok güçlü bir eser.
The Kitap Yayınları’ndan Şafak Tahmaz çevirisi ile yayımlanmış olan kitabın arka kapağında "Sevgisiz Dünyaya Karşı, Orta Doğu’da ailesi ve kendisi için daha iyi bir yaşam ararken giderek radikalleşen genç bir kadının yaşamını anlatan etkileyici bir roman" yazıyor.
Ön kapağında ise, "Filistinli mülteci bir kadının bir erkeğe, aileye ve ülkeye duyduğu aşkı anlatan çarpıcı bir hikaye" denilmiş. Evet, Sevgisiz Dünyaya Karşı tüm bunları anlatıyor ama daha fazlasını hissettiriyor.
Roman karakterimiz Nahr, "hissedemediği" duygularını bize aktarırken, yalnızca bir kadının yaşam hikâyesini değil, aynı zamanda Filistin’in belleğini, mülteciliğin bitmeyen açısını, sanatın tanıklık ve direniş gücünü anlatıyor.
Roman, Nahr’ın İsrail’in "Küp" adını verdiği yüksek güvenlikli tecrit hücresinde başlıyor. Müebbet hapis cezası çekmekte olan Nahr, dört duvar arasından okurunu ülkeler arasında bir sürgüne dahil ediyor.
Kalem ve kâğıt bulduğunda kendi hikâyesini yazmaya karar veren Nahr, hikayesini bize geriye dönüşlerle aktarıyor: Kuveyt’te başlayan çocukluk, Irak’ın işgali sonrası Ürdün’e sürgün ve Filistin’e dönüş.
Nahr, sonunda da hapishaneye düşüyor. Burada, bir kadının yaşamının tüm katmanları -aşk, öfke, çaresizlik, şefkat, nefret- onun kaleminden dökülüyor. Abulhawa, Nahr’ın sesini okura taşıyarak bireysel olanı kolektif bir tanıklığa dönüştürüyor.
1970’lerde Kuveyt’te mülteci bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Nahr, aslında sıradan hayaller kuruyor: Aşk evliliği yapmak, çocuk sahibi olmak, bir güzellik salonu açmak. Ama hayat, işgal, yoksulluk ve erkekler bambaşka bir yola sürüklüyor onu.
Sevdiği adam tarafından terk edildikten sonra ailesine bakmak için istemediği işlere giriyor, yalanlar söylemek zorunda kalıyor.
Romanın ilk yarısı, Nahr’ın Kuveyt’teki gençliğine odaklanıyor. Kısa süren evliliğinin ardından ailesini geçindirmek için istemediği işlere giriyor, seks işçiliğine yöneliyor. Bu bölümde Abulhawa, kadın bedeninin nasıl sömürüldüğünü gösterirken, Nahr’ı sadece bir “kurban” olarak çizmekten kaçınıyor. Onu, kendi kararlarını almaya çalışan, ayakta kalmaya direnen bir özne olarak kuruyor.
Um Buraq karakteriyle ilişkisi bu noktada kritik. Um Buraq, aslında Nahr’ı seks işçiliğine çeken kadın. Ancak Abulhawa, Um Buraq’ı yalnızca bir "aracı" olarak çizmiyor; aynı zamanda hayatta kalmak için kendi yollarını yaratmış, güçlü ve pragmatik bir kadın olarak gösteriyor. Onun öğrettiği "normal", diğer insanların yaptığı şey değil; "kendi normalini sen yaratırsın" cümlesi, Nahr’ın kimliğini ve direncini şekillendiren temel mottolardan biri oluyor.
1990’daki Irak’ın Kuveyt’i işgali, Nahr ve ailesi için yeni bir kırılma noktası oluyor. İşgal sonrasında Kuveyt toplumunda hızla yükselen Filistin karşıtı duygular, onları bir kez daha hedef haline getiriyor.
Evlerini, işlerini, kurdukları tüm hayatı geride bırakmak zorunda kalan aile, bu kez Ürdün’e sürülüyor. Bir kez daha mülteci olmanın acısıyla yüzleşen aile, hiçbir yere kök salamamanın, sürekli bir yabancılık hissinin ve sürekli “iğreti” yaşamanın yükünü omuzlarında taşımak zorunda kalıyor.
Abulhawa’nın en güçlü yaptığı şeylerden biri, kuşaklar arası mültecilik yükünü gözler önüne sermek. Büyükannenin 1948 Nakba’sıyla başlayan koparılışı, annenin 1967 savaşından sonraki göçü, Nahr’ın Kuveyt, Ürdün ve nihayet Filistin arasında savruluşu…
Her kuşak farklı coğrafyalarda ama aynı kaderi yaşıyor: Kurulan her evden kovulmak, her defasında yeniden başlamak. Abulhawa, bu döngüyü şu cümleyle özetliyor:
“Sürekli göç etmenin, sürgün edilenlerin kaderi olduğunun farkındaydım artık. Sebep ne olursa olsun, dünya bizler için hiçbir zaman sabit değildi ve toprak her an ayaklarımızın altından kayıp gidebilirdi.”
Romanın ikinci yarısında Nahr’ın Filistin’e dönüşüyle birlikte yaşananları öğreniyoruz. Abulhawa, Filistin’i hem toprağıyla hem kültürüyle hem de insanıyla sevgi dolu bir şekilde yazıyor. Zeytin hasadı, mansaf sofraları, çobanların sürüleri, maklube ve adaçayı…
Burada Nahr, hem kendini buluyor hem de politikleşiyor. Bilal’le yaşadığı aşk, Cumana ile dostluğu, Filistin’deki kadınların ve erkeklerin direniş pratikleri romanın sıcak damarını oluşturuyor. Nahr artık yalnızca hayatta kalmaya çalışan bir kadın değil; vatanı ve halkı için her şeyi göze alan bir direnişçi.
2020 yılında yayımlanan Sevgisiz Dünyaya Karşı, Filistin’e yazılmış bir aşk mektubu olduğu kadar, dünyaya yapılmış bir çağrı. Abulhawa, Filistin halkının kültürüne, toprağına ve direncine duyduğu sevgiyi neredeyse her sayfada hissettirirken, aynı zamanda büyük güçlerin desteklediği sömürgeci vahşeti tanımamız için okurunu sarsıyor.
Sanatçılar sahnede nasıl sözlerini direnişe dönüştürüyorsa, Abulhawa da edebiyat aracılığıyla bunu yapıyor. Nahr’ın sesi, yalnızca bir kadının değil, susturulmaya çalışılan bir halkın sesine dönüşüyor.
Bu kitap, Orta Doğu siyaseti, insan hakları ve kişisel direniş hikâyeleriyle ilgilenen herkes tarafından mutlaka okunmalı.
Filistin tarihini anlamak için kitaplara yönelen bir okur olarak, bu romanın etkisi bende çok derin oldu.........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d