İki küçük canavar seni kendine davet ediyor, uğramaz mısın?
“Küçük canavar Pickle yeni bir eve taşınıyor ve yeni bir okula başlayacak, bu da karnında garip bir huzursuzluk hissi yaratıyor”
Yazar ve illüstratör Emily Snape’in yazıp resimlediği Berrak İdiman’ın Türkçeleştirdiği Literatür Yayınlarının düzenlemesinden geçen “Küçük Canavarın Özgüven Rehberi” ve “Küçük Canavarın Bilinçli Farkındalık Kılavuzu” isimli iki kitap ile BİA Çocuk Kitaplığımızı yeşillendiriyoruz.
Bu hafta masamda yerini alan bu iki kitap hem 4 yaş üzeri çocuklara hitap ediyor hem de kendimizle ilişki kurmayı unuttuğumuz şu günlerde bizi çok kıymetli bazı kavramlara götürüyor.
İlk kitabımız “Küçük Canavarın Bilinçli Farkındalık Kılavuzu” duyguları fark etmenin, öz denetim gibi becerileri geliştirmenin, kaygıyı yönetmek için farkındalığı bir anahtar olarak kullanmanın yollarını işaret ediyor.
Kahramanımız Pickle, “Bilinçli Farkındalık Günlüğünü” sizinle paylaşıyor ve her sayfada yeni bir eylem içindeyken “Kendini nasıl hissettin” sorusu ile karşınıza çıkıyor. Bugün kendimize sormaktan kaçtığımız bu soru dile getirilmemiş her beklentinin yarattığı umutsuzluğun da çözümü gibi duruyor. Bizi biz yapan hislerimizin farkına varmadan, kendimizin kıyısından köşesinden dolaştığımız zamanlarda kahramanımız elimizden tutuyor ve sorular soruyor. Pickle’ın negatif veya pozitif duygularını tanımlayıp, o duygunun çıkmasına müsaade ettiği bu yolculuk tüm çocukları ve yetişkinleri derin bir nefes alıp sakinleşmeye davet ediyor.
Bir diğer kitabımız “Küçük Canavarın Özgüven Rehberi”nin kahramanı Küçük canavar Pip ise bazen çok gergin olabiliyor ve yeni şeyler denemek için gereken güveni kendinde bulamıyor. Ağabeyi Flint’in ve canavar arkadaşlarının yardımıyla Pip özgüvenin ne olduğunu ve nasıl kazanılacağını öğreniyor. Pip’in ulaşılabilir hedefler koyması, hatalarından ders çıkarması ve farklılıkları kucaklaması yolculuğun bizi kendimize getiren kısımları işte!
Sevgili okuyucu sen de arada sırada sana ait olmayan, atanmış kaygıların aklını ruhu ele geçirdiği bir gerginliğe kapılmıyor musun? Kendini sevmeyi öğrenmek, yeni şeyler denemekten korkmamak, hatalardan ders çıkarabilmek için her çocuğun/yetişkinin bir yol göstericiye ihtiyacı olabilir.
Müsaadeniz varsa bu hikayede Pickle gibi Pip de size eşlik etmek istiyor. Kendime güvenmek istiyorum ama nasıl?” sorusu ile sizi ilk sayfalarda sizi bekliyor.
Çocuklar açısından oldukça anlaşılır seviyelerde hazırlanmış bu iki kitap aslında hayatın meşakkatli duygularını düşüncelerini sadeleştirerek empati öğesi ile anlatıyor.
Kendinize ait her duyguyu kucakladığınız, içinizdeki ve yörenizdeki tüm çocuklara nefes olabildiğiniz bir okuma olması dileğiyle.
Emily Snape Londra’da yaşayan bir çocuk kitabı yazarı ve illüstratörüdür. 20’den fazla çocuk kitabı kaleme almış ve resimlemiştir. Eserleri internette, televizyonda, mağazalarda ve hatta otobüslerde bile yer almıştır. Kahveyi ve defterleri çok sever! Çocukları Leo, Fin ve Flo’nun yeni hikayeler için kendisine bolca ilham verdiğine inanır.
Soğuk bir kış günüydü. Onkoloji polikliniğinde kimi hastalara tedavinin olumlu sonuçlarını anlatıyor, birlikte umutlanıyorduk. Kimi hastalarda ise belirsiz geleceğin ağırlığını, tükenen umutları yakınlarına çaresizlik içinde dile getiriyor, onları teselli etmeye çalışıyorduk. O gün, daha önce hikâyesine kısmen aşina olduğum bir hastayı karşılayacaktım. Bir şekilde avukatıyla haberleşmiş, otuz yılı aşan bir mahkumiyetin ardından iki gün önce serbest bırakıldığını öğrenmiştim.
Onun hikâyesi, Türkiye cezaevlerinde sessizce ölüme terk edilen yüzlerce hasta mahpusun ortak hikâyesinden yalnızca biriydi.
Kapıdan içeri girdiğinde, yaşının olgunluğunu taşıyan, dingin ama sözlerinin ağırlığını hissettiren kararlı bir yüz ifadesiyle masama yaklaştı. Elimi sıktı; tanışma ve hal hatır faslının ardından, güven ilişkimizin temeli atıldı. Yaşamının sonuna dek sürecek bu hasta-hekim güveni içinde bana dönerek şunları söyledi:
“Mamoste, ben dışarıya ölmek için değil, yaşamak için çıktım.”
Bu söz, yalnızca bir hastanın değil, cezaevlerinde yıllardır sağlık hakkı ellerinden alınan, geciken tanı ve tedavi nedeniyle ölüme terk edilen yüzlerce mahpusun haykırışıydı.
Bu söz bana bir başka sesi, modern Kürt edebiyatının öncü yazarlarından Mehmed Uzun’u hatırlattı. Edebi yaşamını sürgünde şekillendiren Uzun, roman, deneme ve çeviri çalışmalarıyla Kürt dilinin edebiyat dili olarak gelişmesine büyük katkı sunmuştu.
Mide kanserine yakalandığında İsveçli doktorlar ona yalnızca birkaç hafta ömür biçmiş, palyatif bakım ünitesine göndermeye karar vermişlerdi. O ise 2006 Temmuz’unda radikal bir kararla Diyarbakır’a döndü. Havaalanına indiğinde halkına ve toprağına sarıldı:
— “Diyarbakır hayatımın şehridir. Berxwedan jiyan e (Yaşamak Direnmektir). Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Uzun’un bu sözleri, halkın belleğine yaşamın ve direncin sembolü olarak kazındı. Halkının yoğun sevgisi ve o dönem Amed’de görev yapan meslektaşlarımızın yakın ilgisiyle, sevdiği topraklarda yalnızca birkaç hafta değil, 15 ay daha yaşadı.
Hastamın sözleri de Uzun’un haykırışıyla birleşiyordu: İnsan ölmek için değil, yaşamak için vardır.
Hastamın hikâyesini dinledikçe içimiz burkuldu. Yıllar önce başlayan şikâyetleri –kilo kaybı, iştahsızlık, ağrı– bir tıp öğrencisinin bile kanserden şüphelenmesine yetecek düzeydeydi. Ama cezaevi koşullarında bu ses duyulmamıştı. Defalarca dilekçe vermiş, “tedavi hakkımı istiyorum” diye yazmıştı. Ancak her defasında duvarlara çarpan bir ses olmuştu. Hastalığı ilerlemiş, tedavisi defalarca ötelenmiş, kanser tanısı ise aylarca konulamamıştı.
Üstelik aynı dönemde iki ayrı kansere yakalanmasına rağmen cezaevinden cezaevine sürgün edilmiş, kurul kararlarıyla serbest bırakılmamıştı. Ancak durumu ağırlaştığında, biraz da oluşturulan kamuoyunun baskısı ile serbest bırakıldı. Ne var ki artık çok geçti; hastalık ileri evredeydi.
Bizim çabamızla ancak geç kalınmış bir tanı konulabildi: Sadece bağırsak değil, aynı zamanda mide kanseri de vardı. Mücadelemiz aynı anda iki organın kanseri ile olacaktı. Hastalığın ilerlemiş evresinde, tüm emeklere rağmen, geciken tanının ve cezaevi koşullarında yitirilen zamanın telafisi mümkün değildi. Yakınlarının çırpınışı, onun yaşama direnci ve bizim tıbbi gayretimiz ölümün önüne geçemedi. Bedenine yayılan hastalık, onu birkaç ay içinde aramızdan aldı. Ancak ardında bıraktığı o cümle, demir parmaklıklar ardında çürütülmek ölüme terk edilmek istenen herkesin sesi oldu:
— “Ben ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Bugün hâlâ cezaevlerinde benzer durumda yüzlerce, belki binlerce hasta mahpus var. Aslında anayasal ve yasal yükümlülükleri açıktır: Özgürlüğünden yoksun bırakılan her bireyin yaşamı ve sağlığı, tümüyle devletin sorumluluğu altındadır.
Ne var ki bu sorumluluk yerine getirilmiyor. Tam tersine hasta mahpuslar adeta ölüme sürükleniyor. Ağır kanser, kalp........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d