menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

H2O Avustralya ve Burgaz Adası

19 1
05.07.2025

Eti Bahar, Osman F. Erbelger, Aydan Yiğitbaş ve Yücel Sönmez’in anısına

Annemin yardımıyla deniz havuzunda yüzme öğrendiğim Adalar Su Sporları Kulübü (A.S.S.K.), Burgaz Adasının eski Moloz burnunun üstüne kurulmuştu. Esasen lodosun limana tesirini azaltma misyonunu üstlenmiş, kayalardan müteşekkil bir mendirek olsa da, önceleri Moloz burnu tüm adalıların ve bilhassa gençlerin uğrak yeriydi. Deniz araçlarının “terör” estirmedikleri o “medeni” zamanlarda mevzubahis gençler yazın Moloz’da takılıp flört ettikleri gibi, toplu halde Kaşık Adasına veya Heybeli’ye yüzüp dönüyorlardı. Uzun mendireğin ucundaki deniz feneri sanki adanın fallik totemi, bir çeşit Hürriyet abidesiydi.

Derken 1963 yılında mevzubahis kulüp kurulup eski Moloz burnu sadece azaların girebildiği bir mekâna dönüşünce Burgaz adasının “bittiğini” düşünenler bile oldu. Yazları muntazaman esmekte olan akşam üzeri poyrazına sırtını dayamış Moloz’un güney yamacındaki tatlı yüzüşler artık mazide kalmıştı…

Lakin kulüp idealistçe yolculuğuna başlamış ve ilk etapta muhtelif su sporlarındaki iddiasını ispatlamıştı.

Türkiye’nin Lozan’ı ihlaliyle 1964’te meydana gelen zorunlu Rum sürgünü, Kıbrıs savaşı ve ’80 darbesi İstanbul’dan birçok Rum ailesinin göçmesine sebep olunca, kulübün en verimli kaynaklarından biri de neredeyse kurumuş oldu.

Neyse ki farklı farklı dönemlerde göç ettikleri Yunanistan’da sportif faaliyetlerini sürdürenlerden mesela Nikiforos Ethnopulos yelkende, Roberto Calich zıpkınla balık avında, Adam Sotiriadhis sutopunda, Pandeli Briçefski yüzme branşında muvaffak olmayı sürdürdüler. Üstelik küçücük Burgaz Adasından yola çıkarak sporcu kariyerlerini başka bir ülke adına da olsa, uluslararası seviyeye taşıma başarısını da gösterdiler.

A.S.S.K. zamanla geniş spektrumlu spor faaliyetlerini kısıtlamak durumunda kaldı. Gene de kulübün Marmara Denizi üzerinde kapladığı yüzey hem enlemesine, hem boylamasına genişleyip durdu; ucundaki deniz fenerinin daha da ileriye taşınması gerekti. Dikine betonlaşma da mimari estetik sınırlarını ayrıca zorladı ve günümüzdeki “ibretlik” vaziyete kadar gelindi.

Avustralya’nın en meşhur turistik çekim alanlarından Bondi Iceberg Club binasının da kıyı mimarisine ne kadar yakıştığı tartışılır, fakat müessesenin okyanus suyuyla dolu havuzlarında bilhassa belirli bir yaşın üstündeki üyelerin kalabalık ve gayet disiplinli antrenmanları takdire şayan.

Sidney Film Festivalinde gösterilmiş, Ian Darling imzalı 2024 yapımı Havuz (The pool) belgeseli bizi 94 dakikalığına Bondi’nin huzuruna taşıyor. 1929’da kurulmuş sözkonusu kulübün havuzları okyanus dalgalarının şiddetine sık sık maruz kalsalar da, “damardan” yüzücüler için bu genelde bir mani teşkil etmiyor. Haftada bir kere temizlenip suyu yenilenen iki havuzdan bilhassa 50 metrelik olanın kış müdavimleri görülmeye değer. Bondi Iceberg Club’ın azalarına bir aidiyet duygusu verdiğini ve özellikle Covid-19 sonrası sosyalleşme açlığına layıkıyla karşılık oluşturduğunu gözlemliyoruz.

Havuza boy göstermek ve sadece fotoğraf çektirmek için gelenler de yok değil.

Yüzmenin ve bunu okyanus suyunda yapmanın şifa olduğunun farkında olan yaşlılar “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”un yaşayan abidelerine dönüşmüş vaziyette. Ruh sağlığı problemleri olan birinin, yumurtalık kanseri ile mücadele etmekte olan bir diğerinin uğrak yeri gene Bondi havuzu.

Yönetmen ve senaryo yazarı Darling tarihsel bir dökümden çok kulübün şu andaki atmosferini bize aktarmaya girişmiş. Coğrafyanın sunduğu estetik imkânlardan faydalanarak gayet fiyakalı bir sinematografi ve montaja ağırlık vermiş olmasına rağmen, gönül isterdi ki iki yüzücü kadın ve ayrıca iki erkek müdavimin samimi ve sempatik muhabbetleri gibi sekanslardan belgeselde daha fazla olsun!

Burgaz Adasındaki Adalar Su Sporları Kulübünün bende bıraktığı bir diğer derin iz, ahşap diskoteğinden gelen “hippi” müzikleriydi. Sağlam müzik teçhizatından duyulan müziğin kalitesine o zamanlar yakından maruz kalmış olmam muhakkak ki bir ayrıcalıktı.

Küçücük bir velet olduğum için raks edilen mekâna girmem yasak olsa da keyif verici maddelerin tesiri altında olduğu aşikâr disk-jokey (DJ) “çiçek çocukları” döneminin gözde şarkılarını peş peşe patlatıyordu. Kulübün deniz havuzunun kenarına bağlı ahşap teknelerden “Koçero” adlı yelkenli sanki Burgaz hippilerinin uğrak yeriydi.

Tuzdan ve güneşten sararmış saçları rüzgârda savrulan küçücük bikinili kadınlar ve yüzücü mayosu belinden düşecek gibi olan sakallı ve yapılı genç erkekler Burgaz’a hürriyeti tekrar getirmiş gibiydiler. Hedonistliklerini rahatça yaşayan, tatmin ve huzur dolu enerjilerini etraflarına bulaştıran bir halleri vardı; “Savaşma, seviş!” dermiş gibiydiler.

Fakat sekteler birbirini izledi ve ’80 darbesiyle ivme kazanan muhafazakârlık furyasında kulübün diskoteği, ahlağa aykırı faaliyetlere yataklık etme kapasitesinden dolayı mı ne, kapatılıp yıkıldı.

Kaderin garip cilvesi olsa gerek, bütün 2024 yaz sezonu boyunca geceleri adayı inletmiş A.S.S.K. kaynaklı Hande Yener’in “Kibir” (Yanmam lazım) parçası yetmezmiş gibi gece ortamlarında eski armoninin yerini şiddetin aldığı da adada duyuldu.

Oysa 1973 yılında birbirinden ilkel üç ayrı ahşap salla Büyük Okyanusu aşmaya girişmiş barışçıl ruhlu 12 delikanlının arasında bildiğimiz kadarıyla kavgalar pek olağan değildi. Kendini neredeyse mesih ilan etmiş megaloman kaptan Vital Alsar’ın liderliğinde, gezegenin muhtelif köşelerinden toplanmış hippi kılıklı maceracılar Ekvador’dan yola çıkıp Avustralya’ya ulaşacaktı.

Geçenlerde katıldığı Sidney Film Festivalinde GIO Seyirci Ödülüne layık görülen Salcılar (The raftsmen) belgeseli, ekspedisyon sırasında gerçekleştirilmiş muhteşem 16mm çekimlerle günümüz röportajlarını birleştiriyor.

O zamanlar formunun zirvesinde olan yağız gençlerin 50 sene sonraki halleri bir yana, macerayı hâlâ dün yaşanmış gibi aktarmaları manidar. Ne de olsa çoğu denizciliği ve okyanusu tanımıyordu ve bu organizasyon hepsi için çok bilgilendirici ve olgunlaştırıcı bir tecrübe haline gelecekti. Geriye bakıldığında, o zamanların teknolojisiyle hiç durmadan takriben 14,500 kilomotreye tekabül eden bir mesafeyi aşmak kolay olmayacaktı.

Yönetmen hanesinde Chadden Hunter adını gördüğümüz 2025 Avustralya yapımı 80 dakikalık film sizi dünyanın çok daha saf ve ümitli olduğu bir döneme sürüklüyor. Klasik belgesel numaralarına başvurmaktan da kaçınmayan Hunter’ın 16mm ile günümüz teknolojilerini harmanlarken tabiatın bilhassa şaşaalı dışavurumları hususunda biraz daha hassas olmasını beklerdim.

Fakat genel manada hareketli bir madde olarak suyun, bir dekor vazifesi gördüğü zaman bile devamlılık ve inandırıcılık açısından dünyadaki en büyük prodüksiyonlar için bile büyük bir angarya oluşturduğu aşikâr. Lakin o dönemin estetiğini birebir yansıtan, bilhassa salların kumaş yelkenleriyle engin okyanusta süzüldükleri sekanslar ruhunuzu mutlaka okşayacaktır.

Bir de filmde birden fazla kere tekrar edilen bir birliktelik ve uyum mesajı var. Daha çok günümüzde ön plana çıkarılan, farklı ülkelerden, farklı kültürlerden, farklı sosyal katmanlardan veya farklı dinlerden insanların bir arada yaşayabildiklerini ve bir şeyler başarabildiklerini ispatlamak hakikaten de bu çılgınca seferin ana fikri miydi?

Asırlar boyunca, belirli bir romantizmle bakıldığında mesela Akdeniz liman kentlerinde yaşanmış ve artık iddiasını yitirmiş İstanbul’da her şeye rağmen mikro ölçekte Burgaz’da halen varolabilen kalıplaşmış multikültürel doku, milliyetçilik yüreklendirilmese daha çok yaşar, serpilir ve başka diyarlardaki halklara da muhakkak ki misal oluştururdu!

Burgaz Adasında 2003 yılında meydana gelen büyük orman yangınından sonra adanın toprağı sanki yağmuru tutamaz olmuş, bilhassa çamlık mıntıkaya yakın evlerin zemin katlarını sık sık su basmaya başlamıştı.

Ayrıca küçük bir sağanakla bile zaten vahim durumdaki yolların birer dereye dönüşmesine ve belediyenin tahsis ettiği araçların paralize olmasına ne demeli!

Fakat adanın eskiden beri en popüler baskını, su bastığında olanı değil de lağım patladığında yaşananıydı.

Bir de kışın adaya adım atmayan tanıdık yazlıkçıların evini basmak ve allak bullak ettikten sonra bunu itiraf edip “Lumumba” adı verilen bir şakaya mal etmek de o zamanlar mümkündü.

Fakat gizliliğin her çağda ve mümkünse sonuna kadar korunmasını gerektiren bir diğer baskın türü daha çok sinsi bir sızma operasyonuna benzeyenidir. Yıllardan beri bilhassa Yunanistan’a çok göç vermiş Burgaz’da Rumlar’ın geride bıraktıkları evlerini halen dikkatle takip edenlerin varlığı kronik bir hastalık gibi; hazine bulunacak diye nesillerdir bir baltaya sap olamamışların uğradığı lanet gibi.

Üstelik evin, adanın mahalle yerleşiminden uzak ve ücra bir köşesinde olması da gerekmiyor; bir süredir yaşanmadığı belli binaya sızıp yerleşenler yazlıkçı, yani nispeten varsıl ve ayrıcalıklı da olabiliyor. Ev sahibi Rum Yunanistan’a değil de Avustralya’ya göç ettiyse haberin ulaşma süresi de seneler alabildiğinden işgalcinin keyfine diyecek olamayabiliyor ve bu çirkin şablon ne yazık ki senelerden beri tekrarlanıp duruyor.

Her şeye rağmen, bilhassa İstanbul’la kıyaslandığında Burgaz’ın, bazılarına göre “çağdışı”, “eski” ve “mütevazı” halini nispeten muhafaza ediyor olması acaba bir lanet mi?

Avustralya’nın Lismore kentinde bir tehdit unsuru olarak daima hissedilen ve bilhassa küresel ısınmayla artan taşkınlar ve su baskınları için ise kesinlikle bir lanet denilebilir. Ne de olsa Avrupa’dan gelmiş yerleşimciler tabiata kaba kuvvetle hükmederek çevredeki ormanları köle misali kullandıkları Aborijinler’e kestirmişler. Diyarın kadim halklarının bilgeliğine başvurmayı fuzuli bulanlar sulak alanları da kafalarına göre kurutup üzerine yerleşince her kuvvetli yağışta su baskınlarıyla boğuşur olmuşlar.

Üstelik bunun nesillerden beri tekrarlandığını ve devlet tarafından verilen sözlerin bir türlü tutulamadığını da görüyoruz. Fakat son zamanlarda güzelim evlerini defalarca tamir edip hayata tekrar başlayanların bezdiği ve ortalıkta bu dinamiği akbaba gibi bekleyenlerin olduğu da ortaya çıkıyor. Felaket kapitalizmi tabii afetlerle adeta coşuyor, neredeyse gaspa, çöreklenmeye dönüşüyor; ucuza kapılan tarihî evler büyük sermayenin müdahalesiyle tamir edilip şuursuz alıcılara kakalanıyor. Mıntıkadaki fiyatlar artıyor, yerleşimin eskileri memleketleri bildikleri kentte barınamaz hale geliyor.

Yönetmenliğini üstlendiği Taşkın yatağı (Floodland) adlı belgeselin senaryosuna da iştirak etmiş Jordan Giusti, duygusal olduğu kadar rafine ve estetik bir iş çıkarıyor.

Bu senenin Sidney Film Festivaline katılıp Sürdürülebilir İstikbal Ödülüne layık görülen 2025 Avustralya yapımı 91 dakikalık belgeselin aurası size kısa sürede hâkim olabilir.

Filmin sessiz, sevecen ve alçak gönüllü kahramanı Eli’nin hayatını her an altüst edebilecek suyla şairane münasebeti görülmeye değer.

Nüfusun artık çok dar bir kesimini oluşturan Aborijinler’den inciler de seyirciyi büyüleyebilir:

“İnkâr korkudan kaynaklanıyor!”

Yeryüzünün başka coğrafyalarında olduğu gibi burada da tarihin, mazideki bazı kanlı hadiselerin inkârı sürüyor. Sömürgecilik, katliamlar, hak ihlalleri oraları da adeta lanetli bir diyara dönüştürüyor.

Tabiatla her zaman yakınlıklarını sürdüren yerliler onunla irtibat halinde olduklarını,........

© Bianet