menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yas, hafıza ve eylem arasında: Anmanın siyaseti, hatırlamanın etiği

12 0
11.10.2025

Bugün, yeniden bir “barış süreci” konuşuluyor. Aradan on yıl geçti; kelimeler değişti, aktörler değişti, ama toplumsal zemin aynı soruyu sormaya devam ediyor: Barış, müzakere masasında kurulabilir mi, yoksa adaletin tesis edilmediği bir zeminde senelerdir murat ettiğimiz o güvenli hayatı yani barışı tesis edebilir miyiz?

Ankara Gar Katliamı, 2013–2015 barış sürecinin bitişine kazınmış kanlı bir imzaydı. O gün patlayan bombalar, yalnızca bir süreci değil, sivil iradenin umut kapasitesini de hedef aldı. Şimdi yeniden “barış” konuşuluyorsa, önce o umudun nerede kırıldığını hatırlamak sorumluluğumuz. Çünkü unutulan, yalnızca geçmişin acısı değil; adaletsizliğin sürekliliği.

Hakikat, açıklanmayan dosyalarda, cezasızlıkta, sessizlikte boğuldukça; yeni barış süreçleri de eski suskunlukları devralıyor. Walter Benjamin’in dediği gibi, “tarih, felaketlerin birikimi olarak ilerler.” O felaketleri dönüştürmeden “yeniden başlamak”, aslında aynı döngüye geri dönmektir. Pozitif barış, yalnızca tarafların masada uzlaşması değil; toplumsal belleğin restorasyonudur. Katliamın faili açıklanmadıkça, sorumlular hesap vermedikçe, barış, korku üzerine inşa edilmiş kırılgan bir sessizlik olmaktan öteye geçemez.

Bugün yeniden konuşulan barış, geçmişteki suskunlukları sona erdiriyor mu? “Silahların susması”na hakikatin konuşması eşlik edebiliyor mu? Toplumsal hafıza temizlenmeden, adaletin sesi duyulmadan, barışın sesi de çınlamaz. Bu nedenle barışı kurmak, geçmişi anmakla değil; geçmişi dönüştürmekle mümkündür.

Bir önceki “Eleştiriye Övgü” başlığı altında, “Eleştirisiz toplum, nefessiz demokrasi” adlı yazımda eleştirinin demokrasinin nefesi olduğunu; hakikati söylemenin yalnızca bir cesaret biçimi değil, aynı zamanda bir toplumsal bağışıklık sistemi olduğunu ileri sürmüştüm. Bugün o eleştirel bakışı, on yıl önce yitirdiğimiz 104 insanın anısına, yani 10 Ekim 2015’teki Ankara Gar Katliamı’na yöneltmek istiyorum. Çünkü bu ülkenin en büyük barış mitinginde, barışın kendisi hedef alındı. Ve on yıl sonra bile, bu acı yalnızca anılmıyor; tıpkı Madımak, Roboski, Maraş ve pek çok benzeri gibi aynı zamanda giderek kutsallaştırılıyor. Artık yalnızca neyi hatırladığımız değil, nasıl hatırladığımız da politik bir mesele.

Her yıl 10 Ekim’de takvim, bir ağırlık gibi üzerimize çöker. Ankara Garı’nın önünde karanfiller bırakılır, pankartlar açılır, isimler tek tek okunur. Ancak bu tekrarın içinde, acı giderek bir ibadete dönüşür. Katliam mekânı bir “hac yeri”, 10 Ekim ise “kutsal takvim günü” haline geliverir. Bu dönüşüm, acının etik enerjisini donduran teolojik bir pasiflik üretir. Yas, eylemin yerine geçer. Theodor Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramıyla anlattığı gibi, acı estetize edildiğinde işlevsizleşir; anlam, tekrarın içinde erir. Oysa hatırlamak, yalnızca geçmişe dönmek değil; geleceğe müdahale etmektir.

Ankara Gar Katliamı, 2013–2015 barış sürecinin bitişine statüko tarafından kazınmış kanlı bir imzadır. Barış dili susturulmuş, sivil alan korkunun egemenliğince teslim alınmıştır. Bu kırılma, yalnızca siyasi dönemeç değil, etik anlamda çöküştür. Katliamdan birkaç gün sonra Konya’daki stadyumda ölenler için yapılan saygı duruşunun yuhalanması ise “radikal kötülük”e giden yolun kolektif biçimde döşendiğinin pornografiye varan açıklıkta göstergesidir. O gün tribünlerde yankılanan ses, yalnızca öfkenin değil, sorumluluktan kaçışın kolektifleşmiş biçimidir. Sartre’ın “kötü inanç” dediği bireysel kaçışın toplumsal bir ritüele dönüşmüş örneğidir.

Hannah Arendt, Eichmann’ın mahkemedeki ifadelerinden yola çıkarak “kötülüğün sıradanlığı”ndan söz ederken, muhakeme yeteneğini askıya almanın, yani düşünme yetisindeki çöküşün kötülüğe nasıl zemin hazırladığını gösterir. Ancak bizim Konya’da tanık olduğumuz şey, bu sıradanlığın ötesindedir. Katliamdan birkaç gün sonra Konya’daki stadyumda ölenler için yapılan saygı duruşunun yuhalanması gibi olaylar, sorumluluktan kaçışın kolektifleşmiş, pornografiye varan açıklıkta bir sorumsuzluğun, “her şeye hakkı var”lığın göstergesidir. O gün tribünlerde yankılanan ses, yalnızca öfkenin değil, Sartre’ın “kötü inanç” dediği bireysel kaçışın toplumsal anlamda ritüele dönüşmüş kolektif örneğidir.

İşte buna, “kolektif kötülük” diyebiliriz. Bu, düşünmeyi askıya almanın, yaptıklarından sorumlu olmamanın toplumsal bir norm haline gelerek iktidarlaştığı, kötülüğün ortaklaştığı bir durumu imler. Zira Arendt’in insan olmanın anlamını yok eden, benzersiz kötülük, radikal kötülük olarak tanımladığı olgu, tam da bu kolektif ruhta beslenip büyür; çünkü insanlığı yok eden bu kötülüğün zemini, ortak vicdanın çöküşüdür. Bu, düşünmemenin toplumsal bir norm haline gelerek iktidarlaştığı bir rejimi imler.

Günümüz öznesi dünyaya “hiper bağlantı çağı”nun gözlüğüyle bakmakta. Bilgilenme hızımız arttıkça, düşünme yetimiz zayıflamakta. Algoritmalar, dikkatimizi yönlendirmekte; gündemi seçmekte, duygularımızı biçimlendirmekte. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi, hakikatin yerini her geçen gün gölgeler daha fazla almaktı. Dijital mağarada zincirlerimiz, tıklama alışkanlıklarımıza dönüşmekte. Gerçeği doğrudan tecrübe edemez, yalnızca temsiller aracılığıyla hisseder hale gelmekteyiz. Bu, Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’nde tarif ettiği yeni tür bir mitolojidir:........

© Bianet