Tarz geçer, yıkım kalır
Bir tişört düşünün. Parlak vitrin ışıkları altında “yeni sezon” etiketiyle size göz kırpıyor. Ucuz, trend ve ulaşılabilir. Onu satın almak belki birkaç dakikanızı alıyor ama o tişörtü üretmek için harcanan su, toprağa karışan kimyasallar, çalıştırılan işçilerin koşulları ve geride bırakılan atıklar... İşte onların etkisi yıllarca sürüyor. Ve belki de bu sabah giydiğiniz kıyafet, dünyanın başka bir ucunda bir çocuğun sağlığını tehdit ediyor, bir nehrin yaşamını sona erdiriyor. Moda endüstrisinin ardında, yok oluşa sürüklenen bir gezegen var. Üstelik biz bunu her alışverişte daha da hızlandırıyoruz.
“Fast fashion” yani hızlı moda, modayı sürekli yenileyerek düşük fiyatlarla tüketiciyi alışverişe teşvik eden bir üretim ve pazarlama anlayışı. Ancak bu sistemin doğaya ve insanlığa maliyeti sandığımızdan çok daha büyük. Günümüzde tekstil sektörü, dünyadaki tüm karbon emisyonlarının yüzde 10’unu üretiyor. Bu, tüm hava ve deniz taşımacılığının toplamından daha fazla (UNEP).
Her yıl yaklaşık 92 milyon ton tekstil atığı oluşuyor ve her saniye bir çöp kamyonu dolusu giysi çöpe atılıyor (Ellen MacArthur Foundation). 2030 yılına kadar bu miktarın 134 milyon tona çıkması bekleniyor (“Textile Waste Statistics”). Yani her yeni sezon, gezegen için yeni bir yük demek. Bu kriz, Türkiye’de de etkisini büyük ölçüde gösteriyor. Avrupa Birliği ülkeleri, kullanılmayan giysi atıklarını genellikle Güney ülkelerine gönderiyor. Hatta 2019’da 1.7 milyon ton tekstili farklı ülkelere ihraç etti. En büyük alıcılardan biri de Türkiye (EEA).
Bu giysilerin çok azı geri dönüştürülüyor. Geri kalanı ise ya yakılıyor, ya da kontrolsüzce doğaya bırakılıyor. Avrupa menşeli giysiler ambalajlarıyla birlikte boş tarlalara atılıyor ve bu alanların plastik, metal, kumaş gibi tekstil çöpleriyle dolmasına sebep oluyor. Bu demek oluyor ki biz resmen Avrupa’nın çöplüğü haline geliyoruz! Türkiye’nin tekstil üretiminin kalbi sayılan Çorlu ve çevresi de bunun en büyük kanıtı. Bu bölgelerdeki tekstil fabrikalarının atık suları uzun yıllardır Ergene Nehri’ne arıtılmadan atılıyor. Bu kirlilik, nehrin adeta ölü bir suya dönüşmesine neden oluyor.
Fotoğraf: Uzunköprü BARIŞ Gazetesi (Ergene Nehri Su Sporları Şenliği, geçtiğimiz haftalarda kirliliğe bağlı ölüm riski nedeniyle iptal edilmişti)
Yapılan çalışmalara göre, su ve sediment örneklerinde kurşun, kadmiyum, arsenik, krom, çinko ve manganez gibi ağır metaller limit değerlerin çok üzerinde (Hallı ve ark.). 2018’de yapılan bir saha çalışması, Trakya Havzasındaki kanser vakalarının ciddi şekilde arttığını ve bu artışta kadmiyum seviyelerinin normalin üç katına çıktığını ortaya koydu (Hürriyet Daily News). Her geçen yıl yörede daha fazla kişinin bu sebeple ciddi hastalıklarla mücadele ettiği belirtiliyor. 2010’da 1.739 vaka varken, 2017’de bu sayı 2 bin 150’ye yükselmiş. Bu, sadece çevresel değil, insani bir krizin göstergesi!
Üstelik mesele sadece kötü bir görüntüden ibaret değil. Tekstil ürünlerinin büyük çoğunluğu polyester, naylon gibi sentetik maddelerden üretiliyor. Bu maddeler çözünmüyor ve yüzyıllarca doğada kalabiliyor. Güneş ışığı ve yağmurla parçalanan bu materyaller, mikroplastiğe dönüşerek su kaynaklarına ve toprağa karışıyor. Hattta, Akdeniz’deki mikroplastiklerin yüzde 35’i tekstil kaynaklı (IUCN). Bu parçacıklar balıklar tarafından yutuluyor, ve sofralarımıza kadar geliyor. 2021’de kuzeydoğu Akdeniz kıyısında yapılan bir araştırma, ticari olarak avlanan hamsi balıklarının yüzde 68,8’inde mikroplastik bulunduğunu ortaya koydu (Gündoğdu). Yani giydiğimiz kıyafet, sonunda yediğimiz balıkta bile karşımıza çıkıyor.
Çevresel zararın yanı sıra, fast fashion’ın insan hayatına etkileri de oldukça yıkıcı. İstanbul, Bursa ve Çorlu gibi şehirlerde faaliyet gösteren tekstil atölyelerinde çalışan işçilerin önemli bir kısmı kayıt dışı, güvencesiz koşullarda çalıştırılıyor. Göçmen işçiler, günde 12-14 saatlik vardiyalarla, çoğu zaman asgari ücretin bile altında bir gelirle hayatlarını sürdürmek zorunda. Maske, havalandırma, mola gibi temel haklar çoğu zaman sağlanmıyor. Üstelik tekstil boyaları ve solventler gibi toksik kimyasallar, işçilerin sağlığını tehdit ediyor (Clean Clothes Campaign; Ozkurt et al.; İş Güvenliği Raporu).
Bütün bu veriler, sistemin sürdürülemezliğini gözler önüne seriyor. Peki çözüm ne? Her şeyden önce bireysel farkındalık şart. Yeni bir kıyafet alırken kendinize şu basit soruyu sorun: “Bu parçayı çokça kez giyecek miyim, gerçekten ihtiyacım var mı?” Bu konuda insanın kendini tanıması ve ayrım yapabilmesi önemli çünkü sadece özel bir gece için alınan tek kullanımlık elbiseler, dolaplardan çok doğayı dolduruyor. İkinci el alışveriş platformlarını (Dolap, Trendyol Second Hand) tercih etmek ve sürdürülebilir üretim yapan yerel markalara yönelmek, modada daha bilinçli ve sorumlu bir yaklaşımın temel adımlarından biri. Bunun yanı sıra, moda endüstrisindeki şeffaflık hareketlerini desteklemek de büyük önem taşıyor. Örneğin “Who Made My Clothes?” kampanyası, tüketicileri yalnızca ne giydiklerini değil, nasıl ve kim tarafından üretildiğini sorgulamaya davet ediyor.
Fast fashion yalnızca kıyafet değil; tüketim alışkanlıklarımızın, etik değerlerimizin ve çevreyle kurduğumuz ilişkinin bir yansıması. Her alışveriş kararı, aslında bir oy verme biçimi. Gezegenin lehine mi, yoksa onu yok eden bir sisteme mi oy verdiğimizi düşünerek hareket etmek zorundayız. Kumaşlar solabilir, tarzlar unutulabilir; fakat doğa sustuğunda hepimiz kaybederiz.
Kaynakça
www.ellenmacarthurfoundation.org/publications/a-new-textiles-economy-redesigning-fashions-future
www.eea.europa.eu/publications/eu-exports-of-used-textiles.
© Bianet
