Trump’ın petrol savaşlarında yeni hedef: Nijerya
ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela’nın ardından Nijerya’yı da askerî harekât ve işgalle tehdit ediyor. “Hristiyanlara yönelik saldırılar” gerekçesiyle Pentagon’a askerî hazırlık talimatı veren Trump, muhtemel saldırı planları üzerinde çalıştıklarını söyledi.
Beyaz Saray’ın askerî müdahaleyle andığı iki ülke de zengin petrol kaynaklarına sahip. Bu durum, ABD’nin hamlelerini dile getirilen gerekçelerden fazlasını hesaba katarak ele almayı gerektiriyor. Çünkü Venezuela’da olduğu gibi Nijerya’da da mesele sadece bir ‘din çatışmasından’ ibaret değil.
ABD Başkanı Donald Trump, 1 Kasım’da sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Nijerya hükümetinin, Hristiyanların öldürülmesine izin vermeye devam etmesi halinde” ülkesinin sağladığı tüm yardım ve desteği derhal keseceğini, ayrıca bu ülkeye karşı silahlı güç kullanabileceği tehdidinde bulundu. Trump, “Savaş Bakanlığımıza olası bir eyleme hazırlıklı olması talimatını veriyorum. Saldırırsak, tıpkı terörist haydutların sevgili Hristiyanlarımıza saldırdığı gibi hızlı, vahşi ve tatlı bir saldırı olacak” ifadelerini kullandı.[1]
Nijerya Devlet Başkanı Bola Ahmed Tinubu ise Trump’ın ifadelerinin ülke gerçekliğini yansıtmadığını dile getirdi. Cumartesi günü sosyal medyada paylaştığı açıklamasında Tinubu, “Din özgürlüğü ve hoşgörü, toplumsal kimliğimizin merkezindeki ilkelerden biri olmuştur ve her zaman öyle kalacaktır. Nijerya dinî baskılara karşıdır ve asla teşvik etmez. Nijerya’da yurttaşların tüm inançları anayasal güvenceyle korunur” dedi.
Tinubu’nun açıklamasından bir gün önce Trump, “Hristiyanların Nijerya’da varoluşsal bir tehdit ile karşı karşıya kaldıklarını” söylemiş, “radikal İslamcıların kitlesel katliamlardan sorumlu olduğunu” eklemişti.
Tam 200 milyonluk nüfusuyla Nijerya, Afrika’nın en kalabalık ülkesi. Yerel dinlere inanan küçük bir azınlığı saymazsak ülkenin Hristiyan ve Müslüman nüfusu da hemen hemen yarı yarıya. Müslümanlar genellikle ülkenin kuzey bölgelerinde yaşıyor.
Peki Trump’ın iddiaları ne kadar gerçeği yansıtıyor? Dinî karaktere bürünen hareketleri kazıdığımızda çatışmanın nasıl bir boyutu var?
Evrensel’de yer alan habere göre[2] Nijerya’da cihatçı örgütler Boko Haram ve IŞİD’in Batı Afrika kolunun (ISWAP) yanı sıra silahlı çeteler, Biafra Yerli Halkları (IPOB) gibi etnik milisler ile temelde sınıfsal sorunlara dayanan çoban-çiftçi çatışmaları “güvenliğe yönelik en büyük tehditler” arasında gösteriliyor. Boko Haram ve ISWAP gibi örgütler, Trump’ın iddialarının aksine sadece Hristiyanları değil, Müslümanları da hedef alıyor.
ABD merkezli Silahlı Çatışma Yeri ve Olay Veri Projesi (ACLED) verilerine göre, Nijerya’da bu yıl sivil hedeflere yönelik 1923 saldırı gerçekleşti; ancak bunların yalnızca 50’si doğrudan Hristiyan kimliklerinden dolayı hedef alındı. ACLED, isyancı grupların kampanyalarını sıklıkla ‘anti-Hristiyan’ olarak sunduklarını, fakat şiddetin çoğu zaman ayrım gözetmediğini ve tüm topluluklara zarar verdiğini belirtiyor.
Nijerya’da yaşayan Hristiyan nüfusun zaman zaman cihatçı örgütlerin şiddetiyle karşılaştığı bir gerçek. Fakat Nijeryalı Müslümanlar da aynı şiddetten mustarip. Öte yandan ABD’nin işgale girişmesi durumunda askerî önlemlerin bu toplumsal sorunu çözmesinin hiçbir yolu yok.
Yukarıda sözü edilen çatışmanın sınıfsal boyutunu vurgulamakta fayda var. Yıllar boyunca kuzeyde göçebe yaşayan ve genelde eli silah tutan Fulani sığır çobanları ile ülkenin orta bölgelerinde yaşayan ve çoğu zaman silahsız olan yerli çiftçiler arasında karşımıza çıkan çatışma, iklim değişikliği ile birlikte artarak devam ediyor. Kurak bir bölge olan kuzeydeki sığır çobanları otlak alanlarını kaybediyorlar ve sığırlar özel çiftlik arazilerine girince şiddetli çatışmalar meydana geliyor.[3]
Azalan su kaynakları üzerinde kontrol mücadelesi de yine sığır çobanlarıyla çiftçileri karşı karşıya getiriyor.[4] İşte böyle bir gündemde ABD postalının sahaya girmesinin mevcut çatışmaları durdurmak şöyle dursun, kesin bir şekilde kronikleştirecektir.
Elbette unutmamak gerekir ki Nijerya, ham petrol üretiminde dünyanın ilk 15 ülkesinden biri. En fazla petrol rezervine sahip 8. ülke; petrol ihracatındaysa 6. sırada. Fakat Nijerya, ABD’nin savaşla tehdit ettiği ilk petrol zengini ülke değil.
Ağustos ayından bu yana Latin Amerika ülkesi Venezuela, ABD kuşatması altında. Trump, ‘uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele’ adı altında zengin petrol kaynaklarına sahip Venezuela’ya karşı askerî harekât hazırlığı yapıyor. Venezuela açıklarında demirleyen ABD donanmasına takviyeler yapılıyor, bombardıman uçakları sınırda devriye geziyor ve Karayip Denizi’ndeki ABD üsleri tahkim ediliyor.[5]
Tüm bunlar olurken Nobel Barış Ödülü, Trump’ın müttefiki aşırı sağcı Venezuelalı María Corina Machado’ya veriliyor. Petrol kaynaklarını özelleştirme sözü veren Machado, ABD’nin ülkesine yönelik bir askerî müdahale düzenlemesini destekliyor.[6]
ABD’nin yakın tarihteki diğer işgallerini ve askerî müdahalelerini düşünecek olursak Beyaz Saray casus belli bulma konusunda pek de zorlanmıyor. Tıpkı dün Irak işgalinin ‘kitle imha silahları’ gibi, bugün de ‘uyuşturucu kaçakçılığı’, ‘nükleer program’ ya da ‘radikal İslamcılar’ gücü elinde bulunduran ABD için yeterli savaş sebepleri. Hele hele söz konusu, petrol zenginlikleriyle bilinen ülkelerse.
Görünüşe göre yakın gelecek, çok daha cüretkâr emperyalist müdahalelerin devri olacak. Fakat bu, bilek gücüyle kesin zaferlerin garanti altına alınacağı anlamına gelmiyor. Zira Nijerya’nın da gösterdiği üzere ‘sorunların’ çok daha karmaşık ve her zaman için sınıfsal bir denklemi var.
İşte bu yüzden Washington’un parmakla gösterdiği yere değil, bizzat parmağa odaklanmalıyız. Güç eşitsizlikleri ve savaş yanlısı hükümetler olsa da uluslararası ilişkilerin dili altında gizlenen sınıfsal arka planı incelemek, yüzlerce gündelik analizden çok daha değerlidir.
Dipnotlar:
[1] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/trumpin-hedef-aldigi-nijeryada-teror-orgutleri-musluman-hristiyan-ayrimi-gozetmiyor/3733830
[2] https://www.evrensel.net/haber/581710/trump-nijerya-ve-venezuelaya-saldiri-planlarini-dogruladi
[3] https://foreignpolicy.com/2025/11/03/trump-nigeria-war-invasion-christians/
[4] https://www.bbc.com/news/articles/cev18jy21w7o
[5] https://bianet.org/yazi/abdnin-venezuela-kusatmasi-buyuyor-savasla-tehdit-ayricaligi-313057
[6] https://bianet.org/yazi/trumpin-petrol-garantili-ozgurluk-savascisina-nobel-baris-odulu-312622
(KA/VC)
Biz çocuk hakları alanında emek veren iki arkadaş olarak, son 1 yıldır TBMM çatısı altında faaliyet gösteren Milli Dayanışma ve Kardeşlik Komisyonu’nda sürdürülen, bir tarafın “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı süreci bizde ısrarla, inatla, umutla “Barış ve Demokratik Toplum” olarak isimlendirmek istiyoruz.
Çocukların barış süreçlerine katılımlarını odağına alan bu yazı dizisinin ilkinde çocukların bu süreçlere neden dahil olması gerektiğini tartışmaya açacağız. İkinci yazıda ise Dünya’da çatışmalar sürerken veya çatışma sonrasında kurulan Hakikat Komisyonları’na çocukların dahil olduğu örnekleri, son yazıda ise geçiş dönemi adaleti sürecinde eğitim müfredatının değişimini içeren Dünya’daki örnekleri paylaşacağız. Bu tartışma konularını, Türkiye’de bilebildiğimiz örnekleri de dahil ederek zenginleştirmeye çalışacağız. Umuyoruz ki bu alanda verilen mücadelelere ufacık bile olsa katkısı olur.
Bu yazı dizisini kaleme alırken bizi harekete geçiren nedenlerden ve belki de eleştirilerimizden birini de paylaşmak istiyoruz.
Mevcut durumda barış gibi ülkedeki herkesin hayatını derinden etkileyecek bir konuya dair tartışmaların çok sınırlı kaldığı, pek çok hak örgütünün özellikle çocuk hakları örgütlerinin bu konuda sessiz kaldığı görülüyor. Öncelikle bunun bir özeleştiri konusu edilmesi gerektiğini not etmek gerekiyor.
Bu tartışma için erken olduğunu, yaşadığımız sürecin bir barış süreci olmadığını ifade eden de birçok insan var. Ancak barışın ve demokrasinin bazen iç içe, bazen de birbirinden ayrı mücadele alanları olduğuna inanıyor, barışı ve demokrasiyi istiyorsak bunun için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bu mücadelenin içinde kendimizi de birer özne kılmak, bu konuda sorumluluk almak istediğimizi paylaşmak istiyoruz. [1]
Çocukların barış süreçlerine katılımını talep etmek, hemen hemen herkesin zihninde çocukların korunması gerektiğini de ifade eden bir içsel çatışmayı beraberinde getiriyor. Bu kaygı, kesinlikle haklı ve doğru. Ancak tahmin edersiniz ki Dünya’da bu kaygıyı ilk kez hisseden yetişkinler bizler değiliz. Benzer bir tartışma, 1990’ların sonuna doğru Güney Afrika’daki geçiş dönemi adaleti sürecinde de yapıldı ve zarar görebilecekleri endişesiyle çocukların bu süreçlere dahil edilmemesi gerektiğine karar verildi. Ancak bundan birkaç yıl sonra Sierre Leone’de daha radikal bir süreç yaşandı ve Dünya’da ilk kez özel sistematik önlemler, prosedürler oluşturularak çocukların dahil edilmesine karar verildi. Çocukların bu süreçlere katılımları için daha temel ilkeleri belirlerken çocuklarla aynı masaya oturdular ve bunu çocuklarla tartıştılar.
Edilgen bir korumaya dayanan, adına paternalist diyebileceğimiz bu yaklaşımın kökeninde çocukluğun ne demek olduğuna dair algılayış biçimlerimiz, çocukları birer politik bir özne olarak görmeye alışkın olmayan toplumsal yapılarımız var. Bu bakış açısını siyasi iktidarların, iktidarını yeniden üretim biçimlerini izleyerek tartışmaya kalktığımızda ise, kendi kaygılarımızdan öte bir stratejiyi izlemeye başlıyoruz. Çünkü kendisi için makul olmayan bir çocukluk halinin iradesini tanıyan ve daha da ötesinde onu düşmanlaştıran bir yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz.
Siyasi iktidarlar için çocuk bazen terörist, bazen çocuk, bazen canavar, bazen masum olabiliyor. “Egemen iktidar, Carl Schmitt’in (1922) “istisna hâlini ilan eden odur” şeklindeki ünlü tanımıyla örtüşür.”[2] Dolayısıyla, Carl Schmitt’in ifadesiyle Türkiye’de siyasi iktidarlar daima çocukluğun sınırlarını çizen ve ideolojik aygıtlarıyla beraber bunu toplumsal kabule dönüştürebilen bir güce sahiptir. Çocukluk, Türkiye’de siyasi iktidarların makbul bulmadığı bir siyasal alan talebinde bulunduğunda cezalandırma tehditleriyle karşı karşıya kalır. Bununla beraber siyasi iktidarlar, çelişkili gibi gözükse de çocukluğu edilgen bir konuma işaret eden, koruma söyleminin içinde tutan bir çerçeveyle ele alır. Ancak öte yandan "egemen iktidar, çocukları koruma söylemi altında aslında onları siyasal öznellikten arındırır.
Çocuk, ‘geleceğin vatandaşı’ olarak değil, ‘yönetilmesi gereken bir nüfus’ olarak görülür."[3] Dolayısıyla bunun bir çelişki değil, siyasal bir strateji olduğunu ifade etmek ve bunu tartışmaya açmak oldukça önemlidir. Yaşadığımız çağda, çocuklukla ilgili üretilen hakim söyleme dikkatle bakıldığında, çocukluğa atfedilen anlamlar daha didaktik, edilgen, korumacı bir çerçeveye işaret eder. Bu çerçeve, barışın konuşulduğu masayı yetişkinlere armağan eder ve çocukları bu süreçten dışlar.
Yetişkin dünyası, çocukları kendi politikalarının ve kurmak istediği düzenin değer ölçütleri çerçevesinde tanımlar; çocukların yaşadığı zararları da ancak bu ölçütler kadar ciddiye alır. “İş barışı” gibi başlıklar söz konusu olduğunda da barış, çoğunlukla yetişkinlerin dünyasına ait bir mesele haline gelir. Oysa çocuklar, savaşın ve barışsızlığın sonuçlarını en derin biçimde hisseden toplumsal gruplardan biridir.
Bu etki düzeyleri üç temel kategoride ele alınabilir:
Mağduriyet: Çatışma ve savaş koşullarından doğrudan zarar gören, fiziksel, psikolojik ve sosyal travmalar yaşayan çocuklar.
Tanıklık: Çatışmalara, milliyetçi ideolojilerin ürettiği düşmanlık söylemlerine ya da şiddetin medyatik temsil biçimlerine tanık olan çocuklar.
Taraf Olma: Çeşitli biçimlerde savaşın veya barışın öznesi haline gelen, kimi zaman ideolojik, kimi zaman toplumsal baskılarla bir “taraf” konumuna yerleştirilen veya taraf olmayı seçen çocuklar.
Ancak bu üç konumun hiçbiri, çocukların barış süreçlerinde özne olarak yer almalarını sağlamaz. Barış, hâlâ yetişkinler tarafından konuşulan, planlanan ve tanımlanan bir gündemdir. Çocuklar bu süreçte ya korunması gereken “mağdurlar” ya da “geleceğin barış elçileri” olarak sembolleştirilir; ancak şimdinin özneleri olarak kabul edilmezler.
Gerçek bir barış kültürü, çocukların yaşam deneyimini “gelecek için yatırım” olarak değil, “şimdiki zamanda hak ve özne olma” hali olarak tanıdığında kurulabilir. Bu, Freire’nin özgürleştirici pedagojisinin ve Kuçuradi’nin insanın özgün değerine dayalı etik anlayışının kesişim noktasında durur. Barış, çocukların kendi hikâyelerini anlatabildiği bir dünyada mümkündür.
1. Sözü Tanımak: Katılımı Hak Olarak Görmek
Çocukların özneleşmesinin ilk adımı, onların sesini yalnızca “duymak” değil, sözü tanımaktır. Freire’nin ifadesiyle özgürleşme, “kendi dünyasını adlandırma” kudretidir. Çocuklar, kendilerini ilgilendiren karar süreçlerinde yalnızca danışılan değil, sürece katkı sunan, karar veren aktörler olmalıdır. Bu, sembolik “çocuk katılımı” değil, kararların gerçek içeriğini etkileyen nitelikli katılım biçimlerini gerektirir. Bu, “çocuklar da konuşsun” değil, “çocuklar olmadan karar eksiktir” yaklaşımıdır.
2. Deneyimi Değerli Kılmak:
Çocukların özne konumunu güçlendirmek, onların deneyimini pedagojik veya moral ölçütlerle değil, kendi özgün bağlamında değerlendirmek anlamına gelir. Bu, çocuğun sözünü “çocuksu” diye küçümsememek; onun duyarlılığını “duygusal” diye değersizleştirmemek demektir. Doğru değerlendirme, çocukların dünyayı algılama biçimlerini “küçük yetişkin” ölçütleriyle değil, kendi anlam evrenlerinde ciddiye almayı gerektirir.
3. Pedagojiyi Yeniden Kurmak: Bilgi Aktarımından Diyaloga
Freire’ye göre eğitim, “banka modeli” olmaktan çıkarılıp diyalog temelli hale gelmedikçe özneleşme gerçekleşemez. Çocuklar bilgiyle doldurulacak kaplar değil, bilgiyi birlikte üreten ortaklardır. Bu, çocukların dünyasını “eğitilecek alan” değil, düşünülecek alan olarak görmeyi gerektirir.
4. Görünürlük Politikası: Temsil Alanlarını Açmak
Özneleşme yalnızca bireysel değil, kültürel bir süreçtir. Çocukların sanat, medya, edebiyat ve siyaset alanlarında görünür kılınması, onların özne konumunu güçlendirir. Bu görünürlük “masumiyet temsili” üzerinden değil, karmaşık ve çok sesli çocukluk deneyimleri üzerinden olmalıdır.
5. Kurumsal Dönüşüm: Çocuk Dostu Değil, Çocuk Katılımcı Yapılar
“Çocuk dostu” kavramı, çoğu zaman korumacı bir tonda kalır; oysa hedef, çocuk dostu değil, çocuk katılımcı yapılar olmalıdır. Bu, kurumların çocukları yalnızca hizmetin alıcısı değil, hizmetin tasarımcısı ve değerlendiricisi haline getirmesini gerektirir.
6. Yetişkinliğin Eleştirisi: Güç İlişkisini Dönüştürmek
Belki de en köklü adım, yetişkinliğin kendisini sorgulamaktır. Freire’nin “ezen–ezilen diyalektiği” burada yetişkin–çocuk ilişkisine de uyarlanabilir. Yetişkinlerin “bilirim, öğretirim, korurum” konumundan “dinlerim, öğrenirim, birlikte yaparım” konumuna geçmesi gerekir. Bu, çocuklukla kurulan ilişkinin temelini değiştiren bir epistemolojik dönüşümdür.
7. Barış Kültüründe Çocuk Özneliği
Barış tartışmalarında çocukların özne konumunu güçlendirmek, çocukların savaşın yalnızca mağduru değil, barışın kurucu öznesi olduğunu kabul etmektir. Çocukların yerel barış girişimlerine, müzakere simülasyonlarına, diyalog atölyelerine katılımı — yaşlarına uygun ama anlamlı biçimlerde — bu kültürün inşasında belirleyici olabilir. Freire’nin dediği gibi, “hiçbir özgürlük bir başkası adına kazanılamaz.” Barış da, çocuklar adına değil, çocuklarla birlikte kurulabilir.
[1] “Barış ve Demokrasi Arasında Sıkışmak: Türkiye’de Birbirinin Şartı mı, Dayanağı mı?”, Atalay Göçer, 11 Haziran 2025, DEMOS Araştırma Kolektifi: https://demos.org.tr/baris-ve-demokrasi-arasinda-sikismak/ - Erişim Tarihi: 04.11.2025.
[2] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular - Erişim Tarihi: 04.11.2025.
[3] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular
(AY/HK/NÖ)
İsrail’in yerleşimci sömürge rejimi, Filistin topraklarında yalnızca insanları, sınırları ve kaynakları değil; iletişimi, bilgiyi ve dijital altyapıyı da doğrudan denetim altında tutmaya çalışıyor. “Üretici Güçten Yıkıcı Güce: Filistin’de Dijital Sömürgecilik” başlıklı bir önceki yazımızda, dijital sömürgeci bu yapının nasıl işlediğini üç temel düzlemde incelemiştik: iletişim altyapısının İsrail denetiminde tutulması, gözetim teknolojilerinin Filistinliler üzerinde sistematik biçimde kullanılması ve çevrimiçi ifade alanlarının daraltılması.
Okuyacağınız bu yazı ise dijital sömürgeciliğe karşı geliştirilen farklı direniş biçimlerine odaklanıyor.[1] Elbette, yerleşimci sömürgecilik ve apartheid rejimi tamamen son bulmadan bahsedeceğimiz bu pratiklerin etkisi de sınırlı. Ancak yerleşimci sömürgeciliğin duvarlarında açılan her bir gedik mücadele zeminini genişletmeye devam ediyor.
Filistin’de dijital sömürgeciliğe karşı mücadele, donanım ve iletişim altyapısı söz konusu olduğunda en çetin hâlini alıyor. İsrail, Filistin topraklarındaki telekomünikasyon ve internet ağlarını sıkı biçimde denetimi altında tutuyor. Oslo Anlaşmaları’yla 1990’larda bazı yetkiler kısmen Filistin Yönetimi’ne devredilmiş olsa da İsrail altyapının kritik unsurları üzerindeki denetimini hiçbir zaman bırakmadı. Bu durum, Filistin’de bağımsız bir dijital ağın gelişmesini engelledi; İsrail’e ise kitlesel gözetim uygulamalarını sürdürme ve Filistinlilerin dijital haklarını kısıtlama olanağı sağladı. Altyapı üzerindeki bu tahakküm, Filistin topraklarının farklı bölgelerinde farklı biçimlerde işliyor.
Gazze’de İsrail, iletişim altyapısını hem teknik hem de siyasal yollarla denetliyor; bu altyapı, aynı zamanda saldırıların doğrudan hedefi hâline geliyor. Ekim 2023’te başlayan saldırı süreciyle birlikte bu müdahaleler daha da yoğunlaştı: Elektrik santralleri, baz istasyonları, fiber hatlar ve medya merkezleri sistemli biçimde vuruldu. Gazeteciler de bu saldırılarda özellikle hedef hâline getirildi. Access Now’ın Kasım 2023’te yayımladığı analizde de bölgedeki internet bağlantısının yüzde 80’in üzerinde azaldığı raporlanırken, Associated Press’e göre Ağustos 2024 itibarıyla Gazze’deki toplam telekom altyapısının en az yüzde 70’i tahrip olmuş durumdaydı.[2][3]
Tüm bu yıkıma rağmen, Gazze’de yaşayanlar uzun süredir iletişim üzerindeki bu ablukayı aşmak için yeni yöntemler geliştiriyor. Ekim 2023 sonrasındaki ağır saldırı koşullarında bile bu direniş kesilmedi: eSIM bağış kampanyaları, taşınabilir hotspot cihazları, telsiz sistemleri ve komşu ülkelerden yakalanan mobil sinyallerle yeniden bağlantı kurulmaya çalışıldı.
Ekim 2023’teki büyük iletişim kesintisinin hemen ardından Gazze’yi dünyaya yeniden bağlamak için uluslararası bir kampanya doğdu. Mısır’dan Lübnan’a, Avrupa’dan Amerika’ya uzanan gönüllüler, eSIM teknolojisi üzerinden Gazze’deki insanlara internet erişimi sağlamak için seferber oldular.[4] Diasporadaki Filistinliler ve dünyadaki destekçiler kendi ülkelerindeki operatörlerden eSIM paketleri satın alıp QR kodlarını Gazze’ye ulaştırdılar. Bu dayanışmanın en görünür örneklerinden biri Kahire merkezli gazeteci Mirna El Helbawi’nin başlattığı #ConnectingGaza kampanyası oldu. El Helbawi, 28 Ekim’de X üzerinden yaptığı çağrıyla, bireyleri eSIM paketleri satın alarak bunlara ait QR kodları Gazze’deki insanlarla paylaşmaya davet etti.[5]
Kampanya kısa sürede küresel bir dayanışma hareketine dönüştü. El Helbawi’nin açıklamalarına göre Aralık 2023 ortası itibarıyla 94 farklı ülkeden gelen bağışlarla 1,25 milyon dolar değerinde eSIM gönderildi; bu sayede 50.000’den fazla Gazzeli yeniden internete bağlanabildi.[6] Bağışçılar, kendi ülkelerindeki mobil operatörlerden eSIM paketleri satın alıyor, bu paketlere ait QR kodları El Helbawi’ye e-posta veya mesaj yoluyla iletiyordu. El Helbawi ve gönüllü ekibi bu kodları Gazze’de internete hâlâ sınırlı erişimi olan kişilere ulaştırıyor, ardından bu kişiler kodları kullanarak çevrelerindeki telefonlara da bağlantı sağlıyordu.
*Mirna El Helbawi’nin X üzerinden eSIM çağrısı.
#ConnectingGaza kampanyasının yanı sıra başka inisiyatifler de gelişti. Ürdün merkezli Gaza Online gönüllü grubu, bağışlanan eSIM’leri doğrudan ihtiyaç sahibi ailelerle eşleştiriyor ve WhatsApp üzerinden teknik destek sağlıyor. Ayrıca dijital hak örgütü 7amleh gibi kuruluşların da katılımıyla oluşturulan #ReconnectGaza kampanyası, yalnızca eSIM bağışlarını değil; uydu interneti, acil iletişim istasyonları ve mobil bağlantı çözümlerinin Gazze’ye ulaştırılması için uluslararası baskı çağrıları yapmayı sürdürüyor.
Gazze’de internet bağlantısını yeniden kurmaya yönelik en önemli çabalardan biri, İtalya merkezli Associazione di Cooperazione e Solidarietà (ACS) tarafından yürütülen GazaWeb projesinin geliştirdiği “ağ ağaçları” oldu.
Bu sistemin çalışma prensibi basit ama etkili: Sınır bölgelerinde hâlâ çekim gücü bulunan İsrail veya Mısır’a ait baz istasyonlarının sinyalleri, eSIM yüklü akıllı telefonlar aracılığıyla yakalanıyor. Bu telefonlar, sinyalin en güçlü olduğu binaların çatılarına veya yüksek direklere, su geçirmez kaplar içinde powerbanklerle birlikte yerleştiriliyor ve hotspot özelliğiyle çevreye kablosuz internet (Wi-Fi) sağlıyor. Böylece ortaya çıkan yapılar, halk arasında mecazî biçimde “ağaç” olarak adlandırılıyor; bu sistemleri kuran ve bakımını yapan gönüllüler ise “bahçıvanlar” olarak anılıyor.
2024 yılı başından itibaren GazaWeb ekibi, Gazze Şehri, Refah, Deyr el-Balah ve Cibaliye gibi farklı bölgelerde en az 15 erişim noktası kurmayı başardı. Ancak bu noktaların inşası ciddi güvenlik riskleri taşıyordu. Sinyalin güçlü olduğu bölgelerde çok sayıda kişinin aynı anda bağlanmaya çalışması, İsrail güçleri tarafından “şüpheli kalabalık” olarak görülerek saldırı gerekçesi addedilebiliyordu. 26 Haziran 2024’te Cibaliye mülteci kampında bir ağ ağacının yakınında toplanan sivillerin üzerine bomba atıldı; en az sekiz kişi yaşamını yitirdi. Euronews’a konuşan ACS proje koordinatörü Manolo Luppichini, bunun benzer nitelikteki üçüncü saldırı olduğunu ve Gazze’de internet bağlantısı kurmaya çalışırken hayatını kaybedenlerin sayısının........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul