Neden ‘Orta Doğu’ dememeliyiz?
Dış haberler bültenlerinde, köşe yazılarında, filmlerde ya da gündelik hayatta çok sık karşımıza çıkan bir kavram: Orta Doğu. Hepimiz için bir şeyler ifade eden bu tam olarak nereyi kapsadığı ise net değil: Kimisi İran-Mısır-Türkiye üçgeni arasında kalan bölge için Orta Doğu diyor. Kimisi ise bu üçgene Afganistan’ı, Libya’yı hatta bazen Kuzey Afrika ve Orta Asya’yı da dahil ediyor.
O halde Orta Doğu dediğimiz yer tam olarak ne ifade ediyor? Arap alfabesini kullanan ülkeleri mi? ‘Geri’ kalmış memleketleri mi? Eski sömürge dünyasını mı? Müslüman çoğunluklu ülkeleri mi? Hem hepsini, hem de hiçbirini. Öyle ki bu ülkeleri birbirine bağlayan konumları değil. Çünkü Orta Doğu siyasi bir tanım.
Uzaktan coğrafi bir kavrammış gibi görünen ancak yaklaştığınızda sömürgeci/oryantalist arka planı ortaya çıkan tek kavram da değil. Yakın Doğu, Kara Afrika, Uzak Asya... hepsi bir yeri merkeze alarak üretilmiş ifadeler.
Kökeni İngiliz sömürgeciliğine dayanan Orta Doğu da 20. Yüzyıl başlarında yaygın olarak kullanılmaya başlanır. Kelimenin ‘mucidi’ Amerikalı Albay Alfred Thayer Mahan (1840-1914), Basra Körfezi, Güney İran ve çevresini nitelemek için 1902’de Londra merkezli aylık yayın National Review dergisinde ilk kez bu terimi kullanıyor. Yaygınlaşması ise The Times gazetesinin Tahran muhabirinin haberlerde Orta Doğu’dan bahsetmesiyle birlikte başlıyor. Churchill zamanında ise Orta Doğu Bakanlığı kurulunca tanımın kapsamı Süveyş Kanalına doğru genişliyor[1].
Geçtiğimiz günlerde Mısırlı yazar Nevâl es-Saadavi’nin eski bir konuşması yeniden gündem oldu. Bir röportaj esnasında ‘Orta Doğu’ kelimesinin kullanımına itiraz eden Saadavi şöyle diyordu:
“Orta Doğu kelimesini duyduğum an rahatsız oluyorum. Çünkü bu sömürgeci bir dil. Bu ‘üçüncü dünya’ gibi bir şey. Sömürgecilik sonrası terimler. ‘Orta Doğu’ orta ne? Kime göre orta? Kendine bunu sormak zorundasın. Bilgi, kendine ‘Neden?’ diye sormandan gelir. Kim bu ismi verdi? Neden bize Orta Doğu dendi? Ve tarih de çalışmamız gerekiyor. Bize Orta Doğu denildi çünkü biz Britanya kolonisiydik. Mısır, Londra’ya göre Orta Doğu’ydu. Ve Hindistan da Londra’ya göre Uzak Doğu’ydu. Çünkü Hindistan da bir koloniydi. Şimdi ben Londra’ya gittiğimde ‘Orta Batı’ya gidiyorum’ diyorum ve insanlar gülüyor. ABD’ye gittiğimde ‘Uzak Batı’ya gidiyorum’ diyorum ve insanlar yine gülüyor. Ama biri ‘Orta Doğu’ dediğinde kimse gülmüyor. Gördünüz mü? Bu sömürgeciliktir. Bu, sömürgeci dildir ve dili sömürgelikten çıkarmamız gerekiyor.”
Bu sözlerin ardından alternatif olarak Saadavi ‘Kuzey Afrika’ ya da ‘Batı Asya’ gibi coğrafi terimlerin daha doğru olacağını vurguluyor.
Elbette bir kelimenin ‘idealini’ keşfettikten sonra o kelimeyi masa başı kararı bir karar ile gündelik dile yerleştirmek pek de kolay bir iş değil. Dildeki mühendisliği bireysel bir çaba gibi algılamamak gerekiyor. Bazı kelimelerin köklenmiş kullanımlarına düzen içerisinde kılıç çekmek bir yere kadar mümkün. “Ne pahasına olursa olsun dilimizi ‘Orta Doğu’ ifadesinden arındırmalıyız, arındırmayanlar sömürgeciliğe ortak oluyor” dersek eğer, yaygın kullanımı yaratan çoklu ilişkiler bütününü hafife alırız.
Ancak bir kelimenin anatomisini çıkartmak ve bu yolla ardında yatan anlatıyı okumak o kelimeyi tabulaştırmaktan çok daha değerli. Bugünden yarına ‘Orta Doğu’ gibi sömürgeci kelimeleri tedavülden kaldırmak mümkün olmasa da o kelimelerin temsil ettiği emperyal ilişkiler ağını ifşa etmek mümkün hatta gerekli.
(KA/EMK)
[1]https://www.transanatolie.com/english/turkey/In Brief/middle_east.htm
Ülkenin doğusunda yer alan dağlar yalnızca yükseltileriyle değil, taşıdıkları hikâyelerle de büyüleyici ve düşündürücüdür. Modern kapital yaşamın verdiği tek düze ve sıradanlığın insanların kişisel özelik/yeteneklerine göre aşma çabası değişik olsa da, hepimiz kendi hikâyemizi anlamlı kılma çabası içindeyiz.
Bu bazen erdem ve ahlak üzerinden bir tanımlama ile antik çağ filozofları ile kesişir, bazen de Freud-Lacan ile bireysel olanın ‘eksik ve arzu ‘ ile tamamlanma arayışının bir parçası olabilir. Burada tabi konumuz bu olmadığı için ‘Dağ’a dönmek isabetli olacaktır.
Dağcılık ilk çağdan daha mistik ve ruhani arınma için bir teslimiyet alanı içerirken modern çağda sınırların denendiği zorlu bir uğraşıya dönmüştür. MÖ 1334 yılında Çin‘de Tai Dağı‘na tırmanan İmparator Shun, dini bir ritüel gerçekleştirmiştir. Benzer şekilde, Antik Yunan‘da Olimpos Dağı‘na tırmanışlar mitolojik anlamlar taşıyordu. Modern zamanda 1786 yılında Fransız Doktor Michel-Gabriel Paccard ve rehberi Jacques Balmat‘ın Mont Blanc‘a tırmanması, Michel-Gabriel Paccard ve Jacques Balmat gibi öncüler, bu sporun gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Türkiye coğrafyasındaki her bir dağın; kendine ait çok sayıda öykü, şarkı, mit ve efsanede yer bulduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Yaşadığım Antalya’da 3024 metrelik Akdağ ve 2649 metrelik Tunç Dağı’ndan sonra bu kez yol, uzun süredir yasaklı olan Cilo’nun en görkemli zirvesine; 4.137 metrelik Reşko/Uludoruk ve Dünya’nın 48.tavanı olan Ağrı Dağı oldu.
Ertelenmiş kişisel bir hikâye olacağı baştan beli olan bu yolculukta, Yüksekova/Gever sınırına vardıkça ülkenin son 50 yılda yaşadığı politik çatışma/şiddetin her tür hikâyesi/izinin olacağını tahmin etmek zor değildi. Kentin son gelişen ‘Barış Süreci’ ile birlikte nispeten beli bir dinginlikte olduğunu gözlemlemek mümkün. Ama oturulan her çay ocağında, yemek yenilen yerde, dolaşılan caddelerde bir nevi sizi ‘turist’ gibi görseler de haklılıklarını anlatma çabası daha da artmış. Dağa tırmanış için geldiğimizi söylediğimizde hepsinin anlatacak mutlaka bir ‘dağ’ hikâyesi var. Bunların bir kısmı acının ve ölümün öyküleri iken bir kısmı neden çıkıldığının anlaşılması isteğinin hikâyeleri idi. Bir o kadar benzer bir o kadar kendi içinde yaşanan. Belki bir gün bunların öyküsü/sineması ‘yaşayanın ‘dilinden anlatılır, olmaz mı?
Bir zamanlar yasaklarla anılan Cilo, artık daha erişilebilir. Yol kontrolleri ve kimlik aramaları elbette var ama daha öncede buralara gelmiş biri olarak gözlemim yumuşamanın sahaya kısmen de olsa yansıdığı. İmzaladığımız taahhütname her ne kadar bizi korumak amaçlı olduğu söylense de hala yasaklı alan/bölgelere gidilmemesi gerektiğini ifade ediyordu. Yüksekova'dan Serpel Yaylası’na ulaşıp Zap’ın kollarını oluşturan derelerin kenarında kurulan çadır, buz gibi sularla kısa bir buluşma ardından gece yürüyüşüne hazırdık.
Aslında ana yürüyüş daha yüksekteki Horgedim yaylası idi ama sonraki Ağrı Dağı tırmanışında da karşılaşıldığı gibi pek çok yerde su kaynağını sağlayan buzullar ciddi düzeyde erimiş, su miktarı oldukça azalmış. Doğa yıkımının tetiklediği küresel ısınmanın kapitalizm ve insan kaynaklı nedenleri dışında, küresel bir iklim krizi olduğu da........
© Bianet
