menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İsrail futbol takımlarının soykırım karnesi

10 0
latest

İşgallerin ardından ülkelere yönelik uygulanan yaptırımlar her zaman aynı olmuyor. Mesela Ukrayna’daki savaşın başlamasının hemen ardından Rusya, ‘işgal’ gerekçesiyle tüm kültür ve spor müsabakalarından men edildi. Hedefte sadece Rusya devleti yoktu; Avrupa ülkeleri, Rusya yurttaşı tüm sporcuların–sanatçıların da sözleşmelerini feshetti. Ardından mesele Rusya yurttaşlarını da aştı. Örneğin İsveçli bir basketbolcu, Jonas Jerebko Rusya’da bir kulüpte oynadığı için İsveç Basketbol Federasyonu’ndan ihraç edildi.

Tüm bu kampanyanın gerekçesi Rusya’nın işgaliydi. Oysa aynı hükümler yakın tarihteki diğer işgallerde geçerli olmamıştı. Irak işgali sürerken ABD, Olimpiyatlara ya da dünya kupalarına ‘temiz’ bir şekilde katılmıştı. Tabii Ukrayna savaşının ardından yaşanan gelişmelerle birlikte, karşılaştırma yapmak için geçmişe gitmeye de gerek kalmadı. Gazze’de yaşanan soykırım savaşıyla birlikte İsrail’in spor ve kültür alanında da bir dokunulmazlığı göze çarptı. Üstelik İsrail’in işgal ive saldırganlığı tek bir ülke ile de sınırlı değildi. Lübnan ve Suriye topraklarını işgal etti –hâlâ da bu işgalini sürdürüyor– İran, Yemen ve Katar’a yönelik saldırılar düzenledi.

Bugünse İsrail futbol takımının gelecek yıl düzenlenecek Dünya Kupası’na katılımı söz konusu. İsrail’in uluslararası müsabakalardan menni Eurovision’da da tartışma yaratmıştı. Ancak bu tartışmalar, soykırım savaşı ikinci yılını doldururken Eurovision veya FIFA’nın gündemine taşındı. O da çok cılız bir biçimde. Sembolik tartışmalar için bile Gazze’de 70 bin kişinin hayatını kaybetmesi ‘gerekti’. Oysa Rusya’nın işgalini tespit etmek sadece bir-iki hafta almıştı!

Tartışmalara rağmen İsrailli takımların spor müsabakalarına katılımında bir aksama yok. Hatta sadece oynamaya devam etmiyorlar, aynı zamanda kendilerine çeşitli kolaylıklar da sağlanıyor. Örneğin Basketbol Euroleauge’de mücadele eden İsrail takımlarının Türkiye takımları ile oynayacakları maçlar ‘tarafsız sahalara’ naklediliyor. Geçtiğimiz hafta Anadolu Efes, ‘ev sahibi’ olduğu ilk karşılaşmada rakibi Maccabi Tel Aviv olduğu için maçı Karadağ'da oynamak zorunda kaldı. Böylece takım, sportif anlamda deplasman avantajı kazandı.

Kimileri şöyle düşünebilir “Sporda siyaset olmaz, kulüplere ya da sporculara yönelik yaptırımlar hiçbir ülkeye karşı uygulanmamalıdır”. Sadece Rusya yurttaşı sporculara ve Rusya kulüplerine yapılanları düşünmek bile bu klasik “Sporda siyaset yok” önermesini ciddiye almamak için yeterli. Fakat asıl dikkat çekici mesele, bugün çeşitli branşlarda kendini gösteren İsrail takımlarının çok büyük bir bölümünün en iyi ihtimalle ‘soykırım destekçisi’ olduğu gerçeği. Bugün Gazze’deki İsrail tanklarında bayrakları dalgalanan İsrail takımlarının tümü, tribünlerinden yönetimlerine pek çok savaş suçunu teşvik eden, ırkçı, Siyonist bir hattı takip ediyorlar.

Hind Rajab Foundation’ın kısa süre önce yayınladığı rapor, bize İsrail’de futbolun nasıl soykırım silahı olarak kullanıldığını ayrıntılı bir şekilde gösteriyor.1

Aslında ırkçı söylemler İsrail’de stadyumlara yeni girmiş sayılmaz. Nefret söylemi İsrail’deki futbol kültürünün her zaman ayrılmaz bir parçası oldu. Son iki yılda ise soykırım söylemi çok daha aleni bir hâl aldı. Hatta futbol takımlarının atkıları, bayrakları, sloganları İsrailli askerler tarafından işgal edilen Filistinlilerin evlerine kadar ulaştı. Üstelik futboldaki bu soykırım söylemi, sadece ‘aşırılıkçılıklarıyla’ bilinen takımlara has değil. Kendini İsrail içerisinde ‘ilerici’ niteleyen takımların da bayrakları yerle bir edilen Gazze’de defalarca dalgalandı.

En radikal örneklerden biri Beitar Jerusalem takımı ve taraftar grubu La Familia. Kulüp, her şeyden önce, daha önce hiç Arap bir futbolcu oynatmamış olmakla ‘övünen’ bir takım. İsrail’deki nüfusun yaklaşık yüzde 20’si İsrail yurttaşı Filistinli Araplardan oluşuyor. Bu sebeple Beitar, kendini etnik ‘temizlik’ ile ayrıştırmaya çalışıyor. La Familia da bu ırkçı yaklaşımın merkezinde. Grup, diğer İsrailli taraftarlardan da aşina olduğumuz “Araplara Ölüm” sloganını Kudüs sokaklarında sık sık haykırıyor. “Beitar, sonsuza kadar saf” da benzer popüler tezahüratlardan.

Bu sloganların ne kadar gerçekçi olduğu, 2013 yılında ortaya çıkıyor. Kulüp yönetiminin Çeçen futbolcularla sözleşme imzalaması, başta La Familia olmak üzere Beitar taraftarlarının tepkisini çeker. Oyuncular Müslüman oldukları için kulübün “temizliğine” leke sürüldüğü iddia edilir. Futbolcular yuhalanır ve saldırıya uğrar. Hatta kulübün binalarına molotof kokteyllerle saldırılar düzenlenir.

Tabii taraftarların saldırıları futbol sahası ile sınırlı değil. Beitar taraftarları daha önce defalarca Kudüs’teki Arap işçilere fiziksel saldırılarda bulunur. Marşlarla, sloganlarla, bayraklarla son derece açık bir şekilde etnik temizlik kampanyası yürütür. Tüm bunlar nedeniyle söz konusu takımların taraftarları soykırımın kültürel altyapısını güçlendiren bir yerde duruyor.

Gazze’deki soykırım savaşı sırasında asker olarak cephede bulunan Beitar Jerusalem taraftarları, onlarca kez kulüp sembollerini “Araplara Ölüm” sloganı ile sosyal medya hesaplarından paylaşmakta bir çekince görmedi. Bu fotoğrafların bir kısmında işgal edilen evlere asılmış La Familia’nın logolarına da rastlamak mümkün.

Beitar, en uçtaki takım olsa da İsrail’in geniş desteğe sahip takımı Maccabi Tel Aviv’in de özü itibarıyla aynı. Tribünlerinde ırkçı sloganlara burada da rastlıyoruz. Aynı zamanda soykırım suçlusu askerlerin koreografilerini görüyoruz.

Beitar örneğinde olduğu gibi Maccabi Tel Aviv taraftarı askerler, defalarca Gazze’deki enkazların üzerinde formalarıyla şov yaptı. Ya da Lübnan ve Suriye işgalinde açılan sarı-lacivert atkılar da bize İsrail’in savaş politikasının futbol ile ne kadar iç içe olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Maccabi Tel Aviv, özellikle ayrımcı ve soykırım yanlısı dilin ‘anaakımlaşmasında’ büyük rol oynuyor.

İsrail’de bir de ‘ilerici’ ve ‘solcu’ olarak bilinen ‘Hapoel’ takımları var. Hapoel, İbranice işçi demek. Yahudi sendikaları tarafından kurulan bu takımlar, ‘emekçi’ köklerinden dolayı formalarında kızıl rengi, logolarında ise orak-çekiçli sembolleri tercih ediyorlar. Tabii renkler de, semboller de çoktan tarihe karışmış.

Bugünün Hapoel takımları, soykırıma destek, ırkçılık ve Filistinlilere yönelik etnik temizlik politikalarında muadilleri ile aynı safta yer alıyorlar. Gazze’de İsrail askerleri tarafından dalgalandırılan Hapoel Be'er Sheva bayrağı da gösteriyor ki, logodaki orak-çekiç tüm dünyadaki insanları tek bir halk olarak görmeye yetmemiş.

Bunun gibi pek çok takımın savaş sahasında bize çeşitli sembollerle ‘selam’ verdiğini tespit etmek çok zor değil. Örneğin zırhlı bir aracın üzerindeki Maccabi Haifa bayrağı, artık meselenin ne kadar alenileştiğini anlatıyor. Takımlar, soykırım, etnik temizlik ve daha pek çok insanlık suçunu teşvikte adeta birbirleri ile yarışıyorlar.

Kasım 2024’te Ajax ile maç yapmak üzere Amsterdam’a gelen Maccabi Tel Aviv taraftarlarının başlattığı olayları hatırlayalım. Coşkuyla “Gazze’de çocuk kalmadı” sloganı atan grup, çevredekilerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Irkçı taraftarların bir kısmı kovalanıp kanala atılınca, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu bu olayları “antisemit saldırı” olarak nitelendirmişti.

Böyle bir ortamda İsrail takımlarının, hatta doğrudan İsrail Milli Takımı’nın uluslararası alanda temsil edilmesinin ne anlama geldiğini varın siz düşünün. İsrail takımlarının katıldığı her müsabaka, Tel Aviv için bir zaferdir. Bu sayede İsrail, kendini uluslararası toplumun ‘meşru’ bir üyesi olarak göstermeyi amaçlıyor. Adına ‘uluslararası toplum’ denilen şey, çoktandır bir karikatüre dönmüş olsa da İsrail’in feci şekilde işine yarıyor. Her yerine bulaşan soykırım kanını silmenin başka bir yolu yok ne de olsa.

Dipnotlar:

1. Game Over Israel: Sports Culture as a Cog in Genocide, Hind Rajab Foundation.

(KA/TY)

Atina’ya iniyoruz. Arkadaşımızın yaşadığı işgal evine doğru yol alıyoruz. Önümüzdeki bir hafta boyunca evimiz olacak bu işgal edilmiş konutlar, dayanışma ve özyönetim pratikleriyle yaşayan bir mahalleye dönüşmüş durumda bugün. Dışarıdan bakıldığında ilk olarak yıpranmış duvarlar ve uzun yılların izleri göze çarparken içeride çok dilli meclisler, kolektif örgütlenme ve dayanışma gündelik yaşamı kuruyor. Zaman zaman polis operasyonları ve tahliye tehditleriyle karşı karşıya kalsa da buradaki yaşam her gün inat ve ısrarla yeniden kuruluyor.

Eşyalarımızı eve atıp kendimizi sokağa bırakıyoruz. Burada, bu siyasi iklimin içinde, otobüsler bize ücretsiz. Sohbetin çoktan koyulaşmaya başladığı masaya ulaştığımızda bizi, tanımadığımız ama yoldaşça gülümseyen yüzler karşılıyor. “Interpol’den çağrılanlar”, çiğ soğan ısıranlar, Almanya’dan sekip mutluluğu Atina’da bulanlar, “siyasi serseriler”... İlk bakışta beş benzemezler gibi görünsek de aslında aynı coğrafyanın, aynı siyasi iklimin yoğurduğu insanlarız. O akşam ve sonrası, gittikçe artan bir dayanışma hissiyle, hiç sönmeyen bir öfke ve derin bir hüznün iç içe geçtiği koyu sohbetlerle akıp gidiyor. Gece eve dönerken, “ev arkadaşımızla” yokuşu tırmanıyoruz. Bu şehir, zaten her anlamda tırmanışlara teşne.

Atina, sosyal medya fenomenlerinin cilalı fotoğraflarına sığdırılamayacak kadar katmanlı ve sert bir şehir. Ertesi gün Monastıraki’de metrodan indiğimiz anda tüm haşmetiyle tepeden bize bakan Akropol, elbette büyüleyici. Ancak bu antik miras, şehrin yaşayan ve direnen tarihiyle birleştiğinde anlam kazanıyor. Akropol’ün siluetini korumak için çıkarılan yasalarla onu gölgede bırakacak binaların yapımının yasaklanması, şehrin hafızasını koruma mücadelesinin bir parçası gibi görünüyor ilk anda. Oysa asıl mesele daha karmaşık. Şehrin tarihi dokusu bir yandan korunmaya çalışılırken öte yandan “satılabilir” bir şehir imajı oluşturulmasına hizmet ediyor.

Sergio ile buluşmak için Lacandona’ya doğru yürüyoruz. Lacandona kooperatif market-kafe, Yunanistan ve dünyanın dört bir yanındaki küçük üreticilerin ve kooperatiflerin ürünlerini adil ve dayanışmacı ilkeleri hayata geçiren El Puente, Libero Mondo, Altromercato ve Sin Allois gibi tedarikçilerden temin ediyor. Zaten içeri girer girmez, raftaki ürünler, ilgimizi çeken yayınlar ile içimizi “bizimkiler” hissi kaplıyor. Sergio’yu gelir gelmez Atina’ya dair soru yağmuruna tutuyoruz. Lacandona’dan çıktığımız soru maratonu şehir, müzik gibi rotalardan geçerek en son Atina’daki Filistin’le dayanışma ağlarına kadar geliyor.

Uzun ve derin sohbetimizin ardından işgal mahallemizdeki genel meclis toplantısına geçiyoruz: Yunanca, İngilizce, İspanyolca ve yer yer Türkçe konuşmaların birbirine karıştığı uzun bir tartışmada, çocuklarıyla mahalleden ayrılmış olan ama geri dönmek isteyen bir kadının talebi, gündemin merkezinde ve sonuç ne olursa olsun karar hep birlikte alınmalı. Uzunca süren tartışma, bir sonraki hafta tekrar konuşulmak üzere bağlanıyor ve diğer konulara geçiliyor. Bir yaşam alanını paylaşmak, hele de bunu eşitlikçi ve siyasi saiklerle yapmaya çalışmak beraberinde pek çok tartışmayı da getiriyor.

Ertesi güne, kaldığımız işgal “kompleksi”ni adımlayarak başlıyoruz. Burada, birlikte yaşamak ve üretmek için farklı araçlar da oluşturulmuş. İçeride kolektif fırın ve kolektif bir kafe var. Fırın pek çok yere ekmek sağlarken, kafe görevlilerin sırayla belirli günlerde açtığı bir sosyalleşme alanı. Bir sonraki durağımız ise başka bir mücadele mahallesi, Atina’nın antifaşist tarihini solumak isteyen pek çok kişinin buluşma noktası Eksarhia. Tüm Yunanistan’da olduğu gibi Eksarhia’da da göçmen nüfusunda bir azalma var. Göçmenlere yuva olan pek çok işgal evi polis tarafından güç kullanılarak boşaltılmış vaziyette. Miçotakis hükümetinin, mahallenin siyasi kimliğini ve hafızasını kazıma projesinin son halkası olan metro inşaatı ise mahallenin kalbini bir şantiyeye çevirmiş. Bir zamanların canlı Eksarhia Parkı, şimdi etrafı polis barikatlarıyla çevrili, üzerinde “Filistin’e özgürlük!” sloganlarının yer aldığı sacdan bir duvarla kaplı. Bu metal duvarlar, sadece bir inşaatı değil, aynı zamanda bir direnişi gizliyor.

Elbette direniş sadece polise ve devlete karşı değil; mahallenin ruhunu metalaştıran sermayenin sinsi “ehlileştirme” saldırısına karşı da veriliyor. Mantar gibi biten Airbnb evleri, “anarko-turizm” pazarlayan butik oteller ve steril hipster kahveciler, mahallenin siyasi dokusunu yutma tehdidi savuruyor. Bu boğucu ticarileşmeye inat, mahalle direniyor; soluğu kesildiğinde Strefi Tepesi’nin çam ağaçlı patikalarına çekilip nefes alıyor ve aldığı her nefesle, duvarlarına yeniden sesini kazıyor. Mahalle, eski........

© Bianet