Bir ‘sihirli’ kelime: Rejim
Rejim ya da hükümet... Medyada ve resmi açıklamalarda sıkça işittiğimiz bu iki kelime arasındaki fark ne ifade ediyor? Neden bazı yönetimlere ‘rejim’ deniyor da diğerleri ‘hükümet’ oluyor? Bu sadece bir otoriterlik ölçütü mü? Eğer öyleyse bu ölçeği kim oluşturuyor? Yoksa Washington tarafından verilmiş bir noter onayını mı ifade ediyor?
Geçtiğimiz yıllarda, dönemin Beyaz Saray Sözcüsü Karine Jean-Pierre kameraların karşısında Suudi Arabistan’dan bahsederken bir saniyeliğine dili sürçer. İlk bakışta çok basit bir karışıklık gibidir. Tam ‘Suudi rejimi’ diyecekken son anda kendini toparlar ve ‘Suudi hükümeti’ ifadelerini kullanır ve ağzından “Suudi r... Suudi hükümeti” sözleri çıkar.
Jean-Pierre’in düzeltme ihtiyacı duyduğu tek bir ‘r’ harfi, öyle basit bir kafa karışıklığından ibaret değil. Tek bir harfte emperyalist politikaların sözcükler ile katılaşan tahakkümünü görmek mümkün.
Kuzey Kore, İran, Küba, Venezuela, Rusya ya da Çin her daim ‘rejim’ olarak anılıyor. Fakat küçük bir Sünni azınlık hanedanlığının Şii çoğunluk üzerinde baskı ile kurduğu Bahreyn’deki yönetim ‘rejim’ sayılmıyor. Mısır’da veya Honduras’ta iktidara gelen baskıcı liderler, ABD’nin izin takip ettikleri sürece kullandıkları zor ve baskı aygıtlarına rağmen ‘hükümet’ olarak kabul görüyor. Libya, Irak ve Suriye ise ‘rejim değişikliği’ yaşamış geçmiş örnekler. Bugün aynı değişiklik ifadesi, İsrail ve ABD tarafından İran için zikrediliyor.
Bu çelişki dikkat çekici olsa da nedeni pek gizli sayılmaz. En kaba tabirle, ABD’nin çizdiği emperyalist hattın içerisinde kalanlar ‘hükümet’ ya da ‘yönetim’ olarak adlandırılırken, şu ya da bu nedenle bu çizginin dışarısında kalanlar ‘rejime’ dönüşüyor. Meşruiyeti tartışmaya açıldıktan bir müddet sonra ise ‘rejim değişikliği’ gündeme geliyor.
Bunu gayet iyi biliyoruz. Ancak tüm bu siyasi sürecin dildeki yansımaları ile birlikte kanıksanması, haber değeri taşıyor. Gelin, son günlerde sıkça karşımıza çıkan bu ifadeleri çeşitli yayınlar deneyimler üzerinden karşılaştırmalı olarak inceleyelim. Çünkü ‘rejim’ kelimesinin ABD çıkarları ile orantılı kullanımının istatistiklere yansıyan bir tarafı var.
Her şeyden önce şu bir gerçek; siyasetin meşruiyeti dil üzerinde kurulur. Kelimelerin içi resmi ideolojinin kaygıları ile oyulur ve yeni anlamlarla doldurulur. Resmi ideoloji tarafından atanan ifade ana akım medyanın katkısıyla zaman içerisinde gerçeğin önüne geçer.
Rejim (Fransızca: régime), çıplak haliyle ele aldığımızda, bir devletin yönetimini, yani ‘rejimini’ belirtmek için kullanılan, nötr ve kapsayıcı bir terim. Fakat yaşadığı kavramsal erozyon, muktedirlerin dil üzerinde kurdukları egemenliği gösteriyor.
Latince ‘yönetim’ anlamına gelen ‘regimen’den türeyen ifade hem Türkçede hem de diğer dillerde aynı yönde ve eş zamanlı bir anlam kayması yaşar. TDK’ye göre rejim, ‘düzen’ ya da ‘bir devletin yönetim biçimi’. Tabii pejoratif bir anlam kazanır. İngilizce sözlüklere baktığımızda hem asıl anlamı hem de yeni kazandığı anlamı görüyoruz: Oxford Sözlüğü, ‘bir hükümet, özellikle de otoriter olan’ diye yazıyor. Cambridge Sözlüğü ise ‘belirli bir hükümet ya da bir hükümet sistemi/metodu’ olarak tanımlıyor ve ‘özellikle beğenilmeyen/onaylanmayan’ olarak not düşüyor1.
Aradaki fark ise bir nottan çok daha fazla. Çünkü bir yönetimi ‘rejim’ olarak nitelendirdiğimiz vakit, algımızda net bir şekilde negatif bir düşünce şekilleniyor. Sıradan bir yönetim değil; zorla idare edilen, yolsuz, otoriter, baskıcı, agresif ve her şeyden önemlisi meşruiyeti kuşkulu bir yönetimden bahsediyormuşuz gibi düşünülüyor. Tüm bu özellikler hiçbir kanıt sunmaya gerek kalmadan tanımı subjektif tek bir ifade ile tescillenebiliyor.
Daha iyi anlamak için Batı merkezli burjuva-liberal medyada karşımıza çıkan yansımaları ele alabiliriz.
‘Hikmetinden sual olunmaz’ yayınlarda kullanılan dil, şüpheye yer bırakmayacak şekilde emperyalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda inşa ettikleri resmi söylem ile şekilleniyor. Filistin’de neredeyse iki yıldır devam eden soykırım savaşında bunu defalarca gördük. İsmi referans olarak kullanılan nice gazete, kelime oyunları ile doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail’in yürüttüğü soykırım savaşını aklama yarışına girdi.
Medya tekelleri ve emperyalizm arasındaki organik bağ nedeniyle ‘rejim’ gibi kelimelere bilinçli olarak verilen şeklin izini rahatça sürebiliyoruz.
Gregory Shupak tarafından yapılan 2018 tarihli araştırma2, tam da aradığımız konuyu kapsıyor. Çalışmada, ‘rejim’ denince kast edilen otoriterlik, seçim ile iktidara gelme vb. gibi özelliklerde benzer standartlara sahip olan ülkelerin Batı medyasındaki tanımlanışı verilerle mercek altına alınıyor. Böylece hangi sistemin neden ‘rejim’, hangi sistemin ‘hükümet/yönetim’ olarak görüldüğü belli oluyor.
Mesela Latin Amerika’dan başlayacak olursak eğer, ABD’nin diş bilediği Küba’yı görüyoruz. Yarım yüzyılı aşkın süredir, insanlık dışı bir ambargo uygulanan Küba için ısrarla ‘Castro rejimi’ ifadesi kullanıldı. Bugün ülkenin başında Castrolar olmasa da Küba’daki yönetim hâlâ ‘komünist rejim’ olarak niteleniyor3. Fakat bu ifadenin kökü ‘seçim harici yollarla kurulan iktidarlar’ tanımına uzanmıyor. Nitekim Nikaragua’da4 yönetim seçimle belirlendi ya da Hugo Chavez iktidara 1998 seçimlerini yüzde 56 ile kazanarak geldi (hatta ülke tarihinin en yüksek oy oranlarından biridir). Buna rağmen her ikisi de defalarca ‘rejim’ olarak tanımladı. Tersinden Mısır’da 2013 yılında darbeyle iktidarı eline alan ve seçimleri baypas eden General Abdülfettah el-Sisi’ye ise burjuva-liberal medya tarafından ‘hükümet/yönetim’ ifadeleri ile meşruiyet halesi verildi.
Tespiti rakamlarla yerine oturtmak gerekirse eğer, Venezuela’da seçilen ilk Chavez hükümetinden başlayarak 20 yıl boyunca New York Times, Wall Street Journal ve Washington Post gazeteleri, bu yönetim hakkında 74 kez ‘Venezuela rejimi’, 30 kez ‘Venezuela’daki rejim’, 68 kez ‘Chavez rejimi’, 168 kez ‘Maduro rejimi’ ve 5 kez ‘Karakas’taki rejim’ ifadelerini kullandı.
Öte yandan 2009 yılında Honduras’ta ABD destekli bir askeri darbe ile Manuel Zelaya hükümeti devrilip yerine Washington yanlısı bir yönetim tesis edildiğinde medyada net bir tavır değişikliği görüyoruz. Darbe ile birlikte ülkedeki emek hareketi büyük yara aldı, basın özgürlüğü ve insan haklarında ciddi ihlaller gündeme geldi. Pek çok aktivist faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Hatta Honduras, gazeteciler için en tehlikeli ülke olarak kayda geçti. Tüm bu gelişmelere rağmen aynı gazeteler meşruiyeti hayli şüpheli bu yönetim için tek bir kez bile ‘Honduras rejimi’ ifadesini kağıda dökmedi. ‘Honduras’taki rejim’ ise sadece bir kez Washington Post’ta karşımıza çıkıyor, onda da konuya eleştirel yaklaşan bir profesörün sözlerinde bir alıntı olarak!
Şöyle düşünenler olabilir “Venezuela elbette Honduras’tan daha çarpıcı bir gündem. O sebeple rejim kelimesinin kullanım niceliğinde dağılım eşitsiz olabilir”. Doğru, gerçekten bu ülkelerin dış haberlerdeki popülaritesi şüphesiz kullanılan ifade miktarını da etkiliyor. Ancak eğer ABD destekli otoriter, baskıcı, meşruiyeti sorunlu, vs. yönetimler için kullanılan tek bir örneğe dahi rastlamıyorsak farkını popülarite ile açıklayamayız. Basbayağı karşımızda bilinçli bir tercih var demek. Bunu sıradaki örneklerde de göreceğiz.
Daha yakından bildiğimiz Ortadoğu’ya gelecek olursak eğer yıllar boyunca Suriye yönetimi, hem Türkiye’nin hem de diğer ülkelerin ana akım medyasında ‘Esad rejimi’ ya da ‘Baas rejimi’ ifadeleri ile anıldı. Suriye’deki savaşın başladığı 2011 tarihinden 2018’e kadar, yukarıda saydığımız üç gazetede 5 bin 355 kez ‘Suriye rejimi’, 7 bin 853 kez ‘Esad rejimi’, 835 kez ‘Suriye’deki rejim’, 282 kez ‘Şam’daki rejim’ ifadeleri kullanıldı.
Buna karşın Esad’ı deviren cihatçı grupların yönetimi hakkında çok daha bürokratik ifadeler tercih edildi. Şam’daki koltuğa oturan eski El Kaide/IŞİD lideri Colani’nin kurduğu düzen hiçbir zaman ‘Colani rejimi’ ya da ‘HTŞ rejimi’ olarak nitelendirilmedi.
“Hangisi daha baskıcıydı” veya “hangisi daha fazla ‘rejim’ olarak anılmaya layıktı” diye kısır bir tartışmaya saplanmadan önce şöyle düşünelim: Silah zoruyla ve dış destekle iktidarı ele geçiren HTŞ, bugüne kadar çizdiği profilde hiçbir ‘demokratikleşme’ adımı atmadı; aksine pek çok hak ve özgürlük hızla kırpıldı, hâlâ kırpılmaya devam ediyor. Örneğin ülkedeki azınlıklar ve kadınlar için bugün dünden daha özgür değil. Fakat Suriye bugün toplumsal yapının sadece bir kesimini temsil eden, otoriter, baskıcı, silahlı bir grubun yönetimi altında yaşasa da ‘rejim’ ifadesi Esad’ın düşüşüyle birlikte aniden rafa kalktı. Özetle eğer dün Suriye’nin yönetim tarzı tüm negatif yönleriyle birlikte bir ‘rejim’ ise, ülke bugün de o özelliklerden bir şey kaybetmedi. Ama ‘rejim’ kelimesi bir günde kayboldu.
İran hakkında yazılanlarda da aynı şeyi görüyoruz, 2018’e kadar 3 bin 201 kez ‘İran rejimi’, 326 kez ‘İran’daki rejim’, 258 kez ‘Humeyni rejimi’, 31 kez ‘Ahmedinejad rejimi’ ve 5 kez ‘Ruhani rejimi’.
Beri yandan ABD’nin bölgedeki köklü müttefiklerinden Suudi Arabistan’a geldiğimizde ne görüyoruz? Elçiliklerinde aleni cinayetlere karışan, halka açık idamlar düzenleyen, mutlak monarşi ile yönetilen, köleliği kafala sistemi ile ‘yasal güvence’ altına alan ve uzun yıllardır ABD ve İngiltere ile birlikte Yemen’de korkunç bir savaşı körükleyen Suudi Arabistan’ın Washington’a sadakati medya aracılığı ile tanınan meşruiyetle ödüllendiriliyor. Riyad yönetimi belki kadın haklarında, kişisel özgürlüklerde, parlamenter model konusunda görece İran’dan da geri bir noktada olmasına karşın, üç gazetede sadece 145 kez ‘Suudi rejimi’ kelimesine rastlıyoruz. ‘Suudi Arabistan’daki rejim’ yalnızca 4 kez, ‘Riyad’daki rejim’ ise bir kez kaleme alınır.
Gerek Hoduras-Venezuela, gerek Suriye-Mısır, gerekse İran-Suudi Arabistan örneklerinde de görüldüğü üzere ‘seçim’ ile ‘rejim’ tanımı arasında bir bağ yok. Bu sebeple yerleşimci İsrail’in yürüttüğü soykırım savaşına, Filistinliler üzerinde uyguladığı kuşatmaya ve tüm toplumsal sistemini dayandırdığı apartheid sistemine rağmen hiçbir zaman Batı merkezli burjuva-medya’da rejim olarak değerlendirilmeyişi de ‘parlamenter sistem’ ile açıklanamaz.
Aynı şekilde ‘rejim’ kelimesini ‘seçkinler yönetimi’ olarak düşünecek olursak eğer, ilk olarak sermaye düzeninin dizginsiz hüküm sürdüğü her yeri bu terim içine almamız gerekebilir. Yok eğer ‘seçkinler kümesini küçültelim’ dersek, Bahreyn’i hatırlayabiliriz. Nüfusunun yüzde 55-65’i Şii olan bu Körfez Ülkesi, pek de rızaya dayanmayan bir şekilde Sünni bir hanedanlık altında yönetiliyor. 2011’de bu azınlık yönetimine karşı halk ayaklanmış, ancak Suudi Arabistan’ın da desteğiyle eylemler kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Fakat Bahreyn hiçbir zaman ‘seçkin azınlığın rejimi’ olarak anılmadı. Dolayısıyla bu tanımın da geçersiz olduğu açığa çıkıyor.
Rejim kelimesinin içini doldurduğu düşünülen diğer özellikleri de teker teker burjuva-liberal medya üzerinden giderek ele alabiliriz. Hepsinde de bu nitelendirmelerin son derece siyasi olduğunu göreceğiz.
Tabii tek örnek ‘rejim’ kelimesi değil. Örneğin ‘istikrar’ ifadesini de aynı şekilde ele alabiliriz. Bu yüzden emperyalist çıkarlarla şekillenen bir dili yeniden düşünmek gerekiyor. Bu terimleri ve o terimleri tekrarlayan burjuva-liberal medyanın hikmetini sorgulamadığımız sürece, yasallık tasdiki belirli merkezlerden yaratılmaya devam edecek.
Kimsenin günahlarını teraziye koyacak değiliz, böylesi bir görev yazımızın kapsamını fazlasıyla aşar. Saydığımız örneklerin bir tarafı pirüpak da değil. Riyakarlığın seviyesini göstermek için elbette göreceli kıyaslar yapmak zorundayız. Ancak burada mesele hangi yönetim diğerinden daha iyi ya da kötü meselesi değil; tek taraflı örülen bir meşruiyet ağının dilde kendini yeniden yaratıyor oluşu. Asıl önemli olan terazinin tek bir yanına odaklanmamızı dikte edenlerin iki yüzlülüğünü görmek ve nedenlerini incelemek.
Kaynaklar ve diğer bilgilerin yer aldığı adresler:
1- https://www.fairobserver.com/politics/language-legitimacy/
2- https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/13510347.2025.2483418?src=#d1e258
(KA/TY)
24 Nisan 1915, yalnızca Ermeni halkını hedef alan kitlesel şiddeti değil, aynı zamanda cinselliğin çoksesli kaydını da sildi. Bugün soykırım literatüründe queer deneyimlere dair neredeyse tek satır yoksa, bu boşluk tesadüf değil: İktidarın arşivleri temizleme ve geçmişi yeniden yazma pratiği, resmî tarih anlatısıyla el ele vererek “uygunsuz” bedenleri görünmez kıldı. Bu makale, Ermeni Soykırımı’nı toplumsal cinsiyet ve queer kimliklerin tarihsel inşası üzerinden yeniden düşünme çağrısıdır. Dayanak noktası, tarihçi Dror Ze’evi’nin çarpıcı; ama birbirine dokunmayan iki kitabıdır: Arzunun Üretimi (2006), 1500-1900 Osmanlısı'nda cinselliğin çoğul rejimini anlatır. Otuz Yıllık Soykırım (2019, Benny Morris ile), 1894-1924’te Hıristiyan nüfusun sistematik imhasını belgelendirir.
Ze’evi, biri cinselliğe diğeri soykırıma odaklanan bu iki derin araştırmayı kesiştirmeden bırakıyor; tam da bu “boşluk”, makalenin ana tartışma eksenini oluşturuyor. Soru net: Cinselliğin yeniden disipline edilmesine yönelik siyaset ile fiziki olarak yok edilen insanların kaderi, tarih anlatısında neden ayrı dosyalarda tutuluyor? Burada devlet arşivlerinin “belirleyici otorite” sayıldığı resmi tez ve konuları kendi dinamikleri ve belirleyicileri içinde ele almayı reddeden postmodernist görüşlerinde etkisi var.
Osmanlı’daki eşcinselliğe ilişkin toplumsal uygulamaların, 19. yüzyılda Avrupalıların gelişiyle birlikte değişmeye başladığını ve bu dönüşümün oryantalist bir okumayla nasıl yorumlandığını Dror Ze’evi bizlere önemli bir tarihsel materyal üzerinden sunar. Ze’evi, Arzunun Üretimi adlı eserinde, Osmanlı’daki modern öncesi cinsellik rejimini, günümüz cinsel kimlik anlayışlarından oldukça farklı bir yapı olarak değerlendirir. Ona göre bu rejim; çoğul, esnek, bağlama duyarlı ve sabit kimliklerden bağımsızdır. Cinsellik, ahlâki kategorilerle değil; estetik algılar ve toplumsal ilişkiler üzerinden anlamlandırılır. Bireysel bir yönelim değil, ilişkisel bir pratik olarak kavranır. Ze’evi, bu dönemde cinselliğin gizli değil kamusal; utanç verici değil oyunlu; sapkın değil, çeşitli biçimlerde yaşandığını vurgular. Osmanlı toplumundaki Karagöz gölge tiyatroları gibi popüler kültür alanlarında cinsel imgeler ve dil doğrudan sahneye taşınırken, cinsel organlar adeta bir aktör gibi temsil edilir; kaba ama sıradanlaşmış erotik mizah, halk arasında doğal bir kabul görür. Ze’evi’nin analizine göre, bu çok katmanlı söylem, 19. yüzyıl itibarıyla Batı’dan gelen modern ahlak anlayışı ve oryantalist söylemlerle birlikte, yavaş yavaş yerini sessizliğe, içselleştirilmiş utanca ve normatifleşmeye bırakır.
Türkçe yazılan bu konuda bir eser de Recep Maraşlı’nın Bir Köroğlu Bir Ayvaz: Sıradışı Bir Aşk Öyküsü adlı kitabıdır. Bizi Osmanlı’daki homoerotik literatürün derinliğine dair bir okumaya götürürken, Köroğlu ile Ayvaz arasındaki ilişkiyi Ze’evi’nin Karagöz analizlerinden de yararlanarak ele alır ve aralarındaki benzerliğe vurgu yapar.
Ze’evi kitabının tezi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve özellikle II. Abdülhamid dönemiyle birlikte, bu çoğul ve açık cinsellik söyleminin büyük bir kırılmaya uğradığıdır. Ze’evi, bu değişimi Ahmed Cevdet Paşa’nın anılarından aktardığı gözlemlerle belgeler: Cevdet Paşa, eskiden erkekler arasında yaygın olan aşk ilişkilerinin artık "moda dışı" olduğunu, delikanlılara duyulan aşkın yerini genç kızlara yöneltilen ilgilere bıraktığını, daha önce eşcinsel eğilimleriyle tanınan paşaların artık bu yönlerini gizlediğini yazar. Bu gözlem, Ze’evi’ye göre yalnızca bireysel bir ahlâki değişim değil, Batılı oryantalist söylemlerin Osmanlı yöneticileri tarafından içselleştirilmesinin bir göstergesidir. Avrupa’dan gelen metinlerde Osmanlı eşcinselliği “sapkınlık” ve “doğaya aykırılık” olarak kodlanırken, Osmanlı aydınları bu söylemleri kabul ederek kendi toplumlarını utanç, suskunluk ve özdenetimle dönüştürmeye başlar. Böylece, daha önce düzenleyici ve açık bir biçimde işleyen cinsellik söylemi, Abdülhamid döneminde yerini sessizliğe, görünmezliğe ve giderek normatifleşen bir ahlâk rejimine bıraktığını iddia eder Ze’evi.
Bu analiz değerli veriler sunsa da, Osmanlı’da eşcinselliğin yüzyıllar boyunca bütünüyle silinmediği ve zaman zaman tolere edildiği gerçeğini göz ardı eder; böylece “hoşgörü rejiminin” yalnızca 19. yüzyılda, Batı kaynaklı ahlâk baskısıyla sona erdiği fikrine yaslanarak tarihsel süreklilikleri kaçırır. Oysa Ze’evi bile “Osmanlı cinsel söylemi tamamen serbest değildi; davranışları düzenleyen dinî, yasal ve örfî kontrol mekanizmaları mevcuttu” diyerek (s.104) mutlak özgürlüğün değil, sınırları çizilmiş bir esnekliğin varlığını kabul eder.
Osmanlı’da eşcinsel arzu kimlikten çok davranış ve estetik pratik olarak tanımlanırdı. Devlet ve toplum düzeyinde, yaş-rol hiyerarşisine, mekâna (kapalı/açık), sınıfa (elit/esnaf) ve “skandal” yaratmama koşuluna bağlı, hem düzenlenen hem de tolere edilen bir alan söz konusuydu; sınır, toplumsal asayişin bozulmamasıydı. Aynı-cins arzu ve pratik için “lûtî/livâta”, “ibne”, “gulâm” (sakalsız oğlan), “gulâm-perest” veya “mahbûb-perest” (oğlanlara aşk duyan yetişkin), “mukhannas” (efemine erkek) ile eğlence bağlamında “köçek” ve “zenne” (kadın kıyafetleri giyen dansçı) gibi terimler kullanılırdı. Bu adlandırmaların cezalandırılması ya da cezasız bırakılması ise yöneticilerin konjonktürel kararlarına bağlıydı.
Eşcinselliğe dair toplumsal düzenlemelerin yalnızca modernleşmeyle bastırıldığını savunmak, 19. yüzyıl öncesindeki dışlama, denetim ve normatifleştirme biçimlerini önemsizleştirmek ve kimi zaman bu baskıcı mekanizmaları romantize etmek anlamına gelir. Devletin diliyle özdeşleşen bu anlatı, Osmanlı’nın Hıristiyan tebaasına iyi davrandığı ve onlara konforlu bir yaşam sunduğu iddiasını yeniden üretiyor. Ermenilere milleti sadıka denmesi ve her türlü sadakatsiz görülen durumda cezaların (ağır vergilerin, köleleştirmelerin ve fiziki yok edilmelerin) gelmesine paralel bir anlayış var burada. Osmanlı praktizmi, iktidarın devamı için kendisini yenileme olduğu kadar cezalandırma ve baskı araçlarını şartlara göre yeniden belirlemeyi de içerir. Devletin varlığının ve pratiklerinin, postmodernist anlatılarda olduğu gibi sıfırlandığı noktada, mevcut baskı biçimleriyle bu baskının tarihsel devamlılığı da görünmez hâle geliyor.
Bugün postkolonyal kuramın bazı yorumları, Osmanlı’yı nostaljik bir “hoşgörü rejimi” olarak yeniden inşa ederken, erken modern dönemdeki baskı ve dışlama biçimlerini görünmez kılma riskini taşır. Bu yorumlar, özellikle Neo-Osmanlıcı söylemler tarafından kolaylıkla içselleştirilip araçsallaştırılabilir. Bu bakış açısının temelinde, Osmanlı’nın eşcinsellere karşı belirli bir “kabul edilebilirlik düzeni” sunduğu ve bu düzenin Batı’nın müdahalesiyle bozulduğu iddiası yer alır. Ancak bu tür yaklaşımlar, hem Osmanlı’daki düzenleyici ve cezalandırıcı mekanizmaları romantize eder hem de farklı tarihsel bağlamlarda iktidarların eşcinsellerle kurduğu karmaşık ilişkileri göz ardı etme eğilimindedir. Örneğin, iktidar çevrelerinde eşcinsel kimliğiyle yer alan bireylerin varlığı –her ne kadar ifade biçimleri açısından önemli olsa da– tek başına sistemik dönüşümleri açıklamak için yeterli değildir. Osmanlı tarihçiliğinde, toplumsal ve siyasal bozulmaların ya dış müdahalelerle ya da içeride Batı’yla işbirliği yaptığı iddia edilen Hristiyan ve Yahudi kesimler aracılığıyla gerçekleştiği yönündeki anlatı, oldukça güçlü bir yer tutar. İmparatorluğun iç sorunlarını ve baskı mekanizmalarını görmezden gelen anlatıyla oryantalist anlatı birbiriyle örtüşmektedir.
İkinci olarak, kapitalist üretim tarzının yayılması yalnızca ekonomik sınıf yapılarını değil, toplumsal cinsiyet rollerini de köklü biçimde dönüştürmüştür. Kapitalizm, artı-değer sömürüsü üzerine inşa edilmiş iken; aileyi, kadın bedenini ve heteroseksüel yönelimi buna uyumlu çerçevede tutar. Aile çoğu zaman özel mülkiyetin düzenlenmesi için kurulur —çoğu ailede mülkiyet olmasa bile, onun kavgası vardır. Her mutsuz ailenin ardında çoğunlukla bir miras meselesi gizlidir. Kapitalizmin sınıflardan beklediği toplumsal performans, önceki üretim tarzları –özellikle Asyatik Üretim Tarzı ve Feodalizm– ile karşılaştırıldığında oldukça farklıdır. Feodalizmde ise, Osmanlı’dan farklı olarak devletin tek bir merkezinin çıkarından daha çok, yereldeki özel mülkiyet sahibi derebeylerinin çıkarı üzerine padişahla kurulmuş bir siyasi ittifak söz konusudur. Örneğin, Asyatik üretim tarzında aile, ekseriyetle özel mülkiyeti düzenlemeye ya da işçi maaşıyla geçinmeyi amaçla(ya)maz, üretim, nüfus ve toplumsal politikalarının temel birimi olarak işlev görür. Çocuklar hem iş gücüne katılmak, hem de gerekirse köle olarak alınanların yerine yeni emek kaynakları sağlamak amacıyla dünyaya getirilir. Hıristiyan nüfusun kaderi buydu Osmanlı’da. Feodalizmde kölelik, köleci topluluğun toprak selfine dönüşmesi sürecini anlatırken, Asyatik üretim tarzı, köleliğin başka şartlar altında toplumsal önem olarak devam ettiği bir rejimdir. Osmanlı’nın yıkılmasına kadar devam eden kölelik........
© Bianet
