Vakti gelmiş barışın eşiğinde
Yaşam denilen olgunun kendisi, milyonlarca yıllık bir değişim ve dönüşümün eseridir. Kozmos hiçbir zaman sükûnet halinde olmadı; karmaşa hali, hareket haliyle kendi fizik yasasını buldu. Acaba evrende hiçbir şey hareket etmeseydi, meteorlar büyük bir hızda dolaşmasaydı, güneş rüzgarları esmeseydi, gezegenler hareket etmeseydi yaşam olur muydu? Elbette bunun cevabını fizikçiler verebilir; ama şunu anlıyoruz ki insan doğasının da bir parçası olduğu evrende hareket ve değişim olmazsa olmaz iki yasadır.
Bizler de insan doğasını saran evrenin yasalarından münezzeh değiliz, olamayız. Öyleyse insanlık da sabit değildir, olamaz. Bunun tersi bir senaryoda, ilerleyen bir insanlık hikayesini yazmak da mümkün olamazdı herhalde. Tabii kozmos kaynarken, gezenlerin momentumu aklın sınırlarını aşarken yaşadığımız topraklarda fikir “dondu”; bilgi “kalıp” oldu. A’dan Z’ye bir hegemonya tasavvur edildi, ama sosyolojik hakikat buna fırsat vermedi.
Çünkü zaman, ilerlemeci tarih fikrinin mutlak yükselen amacına göre akıp bugünlere geldi. Bu sebeple bugün fiziksel hakikatin ışığında ülke olarak bizim de hikayemiz başlıyor yeniden. Dolayısıyla Kürt meselesi konusunda devlet aklında, iktidar politikasında, politik aktörlerin düşüncesinde esnemeler ve değişimler de bizi evrenin temel yasalarıyla buluşturur vaziyette.
Ortadoğu’da yaşıyorsanız, umutlu olmayı da unutmamalısınız. Çünkü evrenin devrimsel devinimine karşıt, siyasi statüko ve kültürel tahakküm girdabının dibinde de kendinizi bulmanız mümkün. Ama diğer taraftan aralarındaki amansız savaşlara rağmen Mısır ve Hitit kraliçelerinin kil tabletlere işlenen çöpçatan mektuplarına bakıp tebessüm de edebilirsiniz.
Çağlar öncesinden günümüze gelirsek, 20. yüzyılın hem insanlığı çöküşe götüren hem de insanlığı ilerleten tezatlığının dayanılmaz ağırlığını hissedebilirsiniz. Buna karşın 21. yüzyılda insanlığın gireceği yolun, sadece “tek yön” olması muhtemel. Çünkü insanlığın mevcut yüzyıldaki silahlarının korkunçluğu, önceki çağın çok ama çok ötesinde. Nazım Hikmet’in deyişiyle; “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz / ya dünyamıza inecek ölüm.”
Bundan dolayıdır ki sakini olduğumuz bu çağda “barış” her zaman en güzel ihtimaldir. Ama hangi barış? Antonio Gramsci’den yola çıkacak olursak; egemenlerin “zorlama” yoluyla veya bir şekilde “rıza” devşirerek yarattığı bir “hegemonya” düzenindeki yapay bir “barış” mı? Yoksa toplumun barışın öznesi olduğu, demokratik değerlerin içselleştirildiği bir “barış” mı? Elbette kapitalist ve militarist anlayışın anladığı bir barışı değil; halkların, renklerin, dillerin, inançların birbirine göz hizasından bakabildiği eşit yurttaş barışı, en güzel barış olsa gerek. Türkiye’de de demokratik bir toplumla barışın güçlü bir fikir haline gelmesi muhtemel. Şayet barış, toplumun fikir dünyasının ahlaki ve politik bir parçası olursa, işte o zaman Victor Hugo’nun da dediği gibi; “zamanı gelmiş fikrin karşısında hiçbir güç duramaz.”
Gelinen aşamada Kürt sorununda çözüm ümidi büyümüş durumda. Tarafların kararlı duruşları, istikrarlı açıklamaları ve sıklaşan diyaloğun oluşturduğu güvenle birlikte önyargılar da zayıflayıp çatırdıyor. Bugün Meclis’te bulunan siyasi partilerin çoğunun desteği, geniş bir konsensüse işaret ediyor. Buna rağmen şerhli destek verenler olduğu gibi çözüm sürecine tamamen karşı olanlar da var. Tabii bu böyledir diyerek beklemek olmaz; eğer barış bir erdemse, bunu inatla anlatmak elzemdir. Açıkçası Kürt tarafı da bunun farkında, çok net olarak bunun bilincinde. Bu amaçla barışın toplumsallaşmasına yönelik ultra bir efor sarf ediliyor.
Özellikle kimi zaman bir ilde, kimi zaman bir ilçede, bazen bir mahallede, bazen de bir köyde yapılan halk buluşmaları söz konusu. Örneğin Urfa’nın bir ilçesinin herhangi bir köyünün meydanında toplanıp barışı konuşan bir kalabalığı görmek mümkün. Bu, muazzam bir şey; etkileyici bir görüntü. Ki geçtiğimiz ekim ayından bugüne binlerce halk buluşması gerçekleştirildi. Çünkü tek tek her bireyin adeta bir “barış elçisi” gömleği giyip bazen kapı kapı gezerek dervişleştiği günlerden geçiyoruz. Bütün bu emeğin amacı, yaşadığımız topraklarda onurlu ve kalıcı bir barış iklimini yaratmak.
Hafta içinde (8 Temmuz) DEM Parti’nin Meclis grup toplantısında yüreği barış için atan kadınlar vardı, beyaz tülbentli anneler vardı. Barışı en çok da onların istediği belliydi. Bir an kadınlar, “Jin Şer Naxwazin (Kadınlar savaş istemiyor)” şeklinde slogan atmaya başlamışlardı. Açıkçası barışa tersten yapılan vurguda ince bir mesaj olduğu varsayılabilir. Çünkü ideallerdeki barışa erişmek her zaman mümkün olmayabilir veya uzunca zaman ister.
Ama bunun en önemli gerekliliği, öncelikle çatışma, savaş vb. bir tehlike ve riskin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla ilk durak, “savaş” durduran “negatif barış”; ama menzil, tüm savaş argümanlarını bitiren “pozitif barış”tır. Bu sebeple sabırlı olmak önemli, ama barışın dilini inşa etmek çok daha önemli. Özellikle on yıllarca süren çatışmalı süreçte büyük acılar yaşamış, sevdiklerini kaybetmiş tüm insanlara olan saygının gerekliliği hiçbir zaman unutulmamalı.
İçinden geçtiğimiz sürecin önemli metaforlarından bir tanesi de “eşik” kelimesidir. Çünkü eşik, bir dengedir. Üstesinden gelinen zorluğu geride bırakmayı sağlayan son duraktır. Sonraki yeni bir olgu ve durumu oluşturan basamaktır. Kürt sorunu, tüm ülke için aşılması gereken bir eşiktir.
Bugünlerde yaşanan her gelişme, atılan her adımın tarihselliği umudu alıp göklere vardırıyor. Yine de meselenin kalıcı çözümü adımların ancak ileriye atılması, herkesin kazandığı bir dilin kurulması ve tekerleğin ısrarla döndürülerek eşiklerin aşılmasıyla mümkün. Bunun yolu da onca yıldır sorunları üreten ve büyüten yaklaşımların terk edilerek yepyeni bir paradigmayla geleceğin kurulmasıdır. Çünkü Albert Einstein’ın da dediği gibi; “Hiçbir sorun onu yaratan bilinç düzeyiyle çözülemez.”
Ne var ki bugün “sorunu yaratan bilinç” eşiğinin de aşıldığını gösteren güçlü emareler var. Bu durum, bir yönüyle Kürt halkının beklentilerine de empati ve sempatiyle bakabilmenin eşiğidir. Bu aynı zamanda her Kürt için ontolojik bir değer taşıyan Kürtçe anadilinde eğitime ilişkin de önyargı ve korkuların kırılmasını sağlaması kaçınılmazdır. Kürtçe anadilinde eğitime yönelik önyargı ve korkuları da ortadan kaldıracaktır. Her şeyden önce, Kürtçeye yönelik olumlu bir adımın sanki Türkçeye karşı olumsuz sonuçlara sebep olacakmış düşüncesinin doğru olmadığı da yaşanıp görülecektir.
Tam da yaygın ifadeyle, barışın kaybedeni olmaz. Dünya sathında ve Ortadoğu coğrafyasında yaşananlar, ancak birliğini demokratik toplum değerleri üzerinde kuran ve kuracak ülkelerin güçlü bir geleceği inşa edebileceğini söylüyor. İçinden geçtiğimiz sürecin objektif temelini de burada aramak lazım.
En önemlisi; halkların mutlu, dillerin zengin, doğanın canlı olduğu bir iklimin tesisi için sonsuz bir barışseverlikte buluşmak, artık sadece duygusal bir ihtiyaç değil; rasyonel aklında arzudur. Bu sebeple vakti gelmiş bir barışın eşiğindeyken meseleye kulis bilgi avcılığı ve fısıltı haberciliği üzerinden yaklaşmamak gerek. Bunun en çok da büyük acılar yaşamasına rağmen yüreği barış için atan insanlara haksızlık olduğu unutulmamalı. Öyleyse onurlu ve umutlu bir şekilde barışın tarafında durmak, kalıcı bir barışın parçası olmak gibi tarihsel bir dönemin eşiğindeyiz. Çünkü bu ülkenin çocukları için bugünden yarına bırakılacak en güzel başyapıt, ancak “barış” olabilir.
(İG/HA)
Afganistan’da 1978’de yapılan devrimi bir takım reformlar takip etti. Kadınların örgütlenmesi, kadın hakları için mücadele daha güçlendi. Toprak reformu ile topraksız köylülere toprak verildi. Eğitim ve sağlık alanlarında yapılan düzenlemeler ile her ikisine erişim kolaylaştırıldı. Kız çocuklarının eğitime daha çok ulaşabilmesi hedeflendi. Reformlar toplumsal hayatı olumlu etkilemiş olmasına rağmen yeterince hayata geçirilemedi.
ABD’nin emperyalist çıkarları açısından Asya önemliydi. Sovyetler Birliği’nin burnun dibindeki Afganistan demokratik cumhuriyet rejimi hedefiyle yeni bir yola koyulmuşken, bir de Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içindeyken bu durum ABD’nin keyfini kaçırıp dikkatini oraya yoğunlaştırmasına neden oluyordu.
Aralık 1979’da itibaren Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi, siyasi açıdan etki alanını genişletmesi, devrimle başa gelen iktidarın gerici güçleri zayıflatan reformlar yapması ABD açısından kaygı vericiydi. Bu nedenle resmen Carter Doktrini olarak ilan edilen, kamuoyunda “Yeşil Kuşak” adıyla bilinen antikomünist stratejisini devreye soktu.
ABD’nin emperyalist çıkarları için Orta Doğu ve Asya’daki varlığını güçlendirmesi gerekiyordu. Sovyetler Birliği ile Orta Doğu ve Asya’da yürüttüğü komünizm karşıtı mücadelenin arkasında bu nedenler bulunmaktaydı.
ABD bölgeye İslam dini üzerinden girmeyi planladı ve bunun stratejisi olan Yeşil Kuşak Projesini devreye soktu. Pakistan’da ve Afganistan’da 43 farklı ülkeden topladığı cihatçı erkeklere yıllarca silah eğitim verdi. 1982’den 1992’ye dek 35 bin cihadist Afganistan ve Pakistan’daki kamplarda, medreselerde buluşturuldu, yan yana getirildi, örgütlenmeleri için olanak ve destek sağlandı.
Farklı ülkelerden gelen cihatçıların aralarında kurdukları iletişim ağları daha sonra dünyanın başına bela olacak radikal İslamcı cihadist çeteler ve örgütler kurmalarına neden olacaktı.
Tahminlere göre bu dönemde 100 binden fazla radikal unsur Pakistan ve Afganistan’a giderek ABD’nin kontrolü altında antikomünist mücadeleye katıldı. Demokratik Afganistan Cumhuriyeti’nin yerine mücahitlerin kurduğu radikal İslamcı Afganistan kurulur. Artık lafta ABD karşıtı olsa da pratikte ABD’nin çıkarları için ve onun stratejisi doğrultusunda savaşan on binlerce Radikal Müslüman savaşçı vardı.
ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi nedeniyle sadece Afganistan radikal İslamcılar tarafından yaşanamaz bir cehenneme (en çok da kadınlar açısından) dönüştürülmekle kalmadı, özellikle Orta Doğu bugünlere dek gelen savaşların, katliamların yaşandığı bölge olmaya devam etti. Afganistan’daki cihadist gruplar, El Kaide, IŞID, Suriye’deki HTŞ gibi radikal İslamcı örgütler ABD ve Batı’nın stratejileri ile desteklenerek güçlendirilmiş, kimi örgütler de bizzat ABD tarafından kurulmuş ya da kurdurulmuştu.
Soğuk Savaş döneminde ABD, İslam’ı bir araç olarak Sovyetler Birliğine karşı kullanma planını geniş bir coğrafyada devreye soktu. ABD’nin bu stratejisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından da döneme ve ihtiyaçlara uygun olarak, farklı adlandırmalarla sürdürüldü. Hala da devam etmekte.
ABD’nin Orta Doğu ve Asya’da sömürgeci çıkarları için Soğuk Savaş döneminde İslam’ı araçsallaştırması stratejisinde Türkiye’deki İslamcı yapılar ve unsular da etkili şekilde görev aldı. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin NATO üyesi olması idi. Diğer neden Türkiye’nin coğrafi konumu ve yanı sıra nüfusunun çoğunun Müslüman olmasıydı. Bir diğer önemli gerekçe ise Türkiye’deki İslamcı örgütlerin ve yapıların bölgedeki diğer İslamcı gruplarla aralarında bağların, etkileşimlerin olmasıdır. Böylece ABD kendisinin giremediği, etkileyemediği grupları etkilemesi için Türkiyeli İslamcıları kullanıyordu.
Fethullah Gülen başta olmak üzere siyasal İslamcı gelenekten gelen ya da gelmeyen siyasi birçok parti başkanı ve lideri Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD emperyalizminin çıkarları için çalıştılar.
Yine iktidarları döneminde İsrail ile en çok siyasi ve ticari antlaşmaları siyasal İslamcı iktidarların yaptığı sır değil.
Bu tutum bugün de devam etmekte. Siyasal İslamcılar için İsrail ile ticaret Gazze’nin yok edilmesi pahasına kârlı........
© Bianet
