Yerelleşme paradoksu
“Yerelleşme” uzun süredir insani yardım sisteminin büyülü kelimesi. Vaat, 2016’da Birleşmiş Milletler öncülüğünde kabul edilen “Grand Bargain” Büyük Uzlaşısı'nda dile getirilen hedefe dayanıyordu, gücü ve kaynağı yerel aktörlere devretmek.
Ancak sahada görünen, bu iddianın çoğu zaman “gücü paylaşmak”tan çok “yönetilebilir bir yerellik” üretmesi. Elbette bu çerçevenin ortaya çıkışında insani yardım sistemini daha erişilebilir kılma niyeti vardı, ancak sahadaki yansıması bu vaadin tersine işliyor.
Etiyopya’dan Filipinler’e, Haiti’den Lübnan’a kadar yapılan araştırmalar, yerelleşmenin uluslararası güç ilişkilerini dönüştürmek yerine daha incelikli biçimde yeniden ürettiğini gösteriyor. Etiyopya örneğinde, dışarıdan tanımlanan yerelleşme modelleri fon akışını yerel STK’lere yönlendirmiş görünse de, karar mekanizmaları uluslararası kurumların elinde kalıyor (Mulder, 2023).
Filipinler’de Haiyan tayfunu sonrası yapılan çalışmalar, fonların ’inin yine uluslararası kuruluşlarda toplandığını, yerel örgütlerin çoğunun yalnızca lojistik taşeron konumuna itildiğini ortaya koyuyor (Barbelet, 2019). Haiti’de 2010 depremi sonrasında ‘yerelleşme’ söylemi, yardımın ’ının ABD merkezli ajanslara gitmesiyle tam tersi bir sonuca dönüştü, yerel kapasite değil, uluslararası görünürlük güçlendirildi (Schuller, 2016).
Lübnan’da ise Suriyeli mültecilere yönelik “ulusal ortaklık” mekanizmaları, karar süreçlerine katılım sağlamaktan çok, büyük STK’lerin yerel vitrinini oluşturan bağımlı yapılar yarattı (Carpi & Senoguz, 2021). Tüm bu örnekler, yerelleşmenin söylemde “güç devri” olarak sunulsa da pratikte denetimin el değiştirmediğini açık biçimde gösteriyor.
Yine de vurgulamak gerekir ki bu örneklerin hiçbirinde yerel aktörlerin çabasını küçümsemek ya da genel geçer bir olumsuzluk iddiası yok, tam tersine, sorunun yerelde değil, yetki ve kaynak akışını tanımlayan sistemde olduğunu gösteriyor.
Katrin Roepstorff, “yerel aktör” tanımının bile uluslararası kurumlarca belirlendiğini, dolayısıyla yerelleşmenin çoğu zaman etik bir güç devri değil, yeni bir denetim biçimi hâline geldiğini vurguluyor (Roepstorff, 2020).
Tobias Mulder, dışarıdan dayatılan yerelleşmenin yerel örgütleri hem donör kuralları hem de topluluk talepleri arasında sıkıştırdığını gösteriyor (Mulder, 2023). Scott ve Scott ise yerelleşmenin “güç devrinden çok uluslararası hâkimiyetin yeni bir biçimi” hâline geldiğini belirtiyor (Scott & Scott, 2024).
Bu analizler ortak bir gerçeğe işaret ediyor, yerelleşme, vaat ettiği devri değil, denetimi kurumsallaştırıyor. “Grand Bargain” taahhüdü, 2016’da insani yardımların %’inin yerel aktörlere gitmesini öngörüyordu. Ancak bu oran, sahadaki gerçek ihtiyaçlardan çok, bağışçı ülkelerin politik uzlaşısının ürünüydü yani keyfî bir sınırdı.
Development Initiatives verilerine göre bu hedef zaten hiçbir zaman yakalanamadı, doğrudan yerel ve ulusal aktörlere giden pay 2022’de yalnızca %1,2’de kaldı (geniş tanımlarla bile %3’ün üzerine çıkmıyor- Development Initiatives, 2023- Küresel İnsani Yardım Raporu). Bu güç devrinin sembolik düzeyde kaldığı açık.
Bunu dile getirmek, hesap verebilirliğin veya şeffaflığın önemini reddetmek anlamına gelmiyor, yalnızca bu kavramların tek yönlü bir denetim aracına dönüşmesinin yarattığı çelişkiyi görünür kılmak anlamına geliyor. Dağıtılan küçük fonlar çoğu zaman dönüştürücü etki yaratmaktan çok, geleneksel sistemin sürekliliğini sağlıyor, hiyerarşiyi yeniden üretiyor.
Bu tablo yalnızca sayılardan ibaret değil. Tam da bu noktada, yerelleşme bir politika olmaktan çıkıp bir stratejiye dönüşüyor. Sivil alan, denetlenebilir, raporlanabilir ve fonlanabilir parçalara ayrılıyor. “Projectisation”, yani örgütlerin kısa vadeli projelere bölünerek yönetilmesi, yerel vizyonu sınırlıyor.
Genel giderler ve insan kaynağı desteklenmezken, görünür ama yüzeysel faaliyetler, birkaç eğitim, birkaç çalıştay, bir “farkındalık” kampanyası fonlanıyor. Sivil toplum örgütleri kendi önceliklerini değil, donör takvimlerini izlemek zorunda kalıyor. Bu eleştiri, sahada çözüm üretmeye çalışan kurumları hedef almak için değil, sistemin onları, bizleri, nasıl bir biçim almaya zorladığını tartışmak için dile getiriliyor.
Yerelleşme söyleminin bir başka uzantısı da “kapasite güçlendirme” yaklaşımı.
Yıllardır yerel örgütlerin kapasitesi “güçlendiriliyor”. Eğitimler, modüller, rehberler, atölyeler eksik olmuyor. Bu yaklaşımın görmezden geldiği şey, kapasite eksikliğinin değil, “tanınmamasının” esas sorun olduğudur.
Saha bilgisi, topluluk ilişkileri, güven ve deneyim zaten var, fakat bu birikim “geliştirilmesi gereken alan” olarak tanımlandığında, güç asimetrisi yeniden üretiliyor. Böylece “güçlendirme” adı altında, tanıma yerine yönlendirme yapılmış oluyor. Oysa gerçek yerelleşme, kapasiteyi inşa etmekten çok, onu tanımak, paylaşmak ve eşitlemek üzerine kurulmalı.
Türkiye’de de benzer bir yapı gelişti. Uluslararası fonların “yerelleşme” söylemiyle birlikte ulusal düzeyde yeni aracı mekanizmalar oluştu.
Bu yapılar, fonları küçük hibeler hâlinde dağıtarak yerel örgütlere erişim sağlıyor gibi görünse de, karar ve model belirleme gücü yine merkezde kalıyor. Fon çeşitliliği artarken güç paylaşımı gerçekleşmiyor, yerel örgütler........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d