İmkânsızın eşiğinde: Nastassja Martin ve Vahşi Hayvanlara İnanmak
“Hayata gecikmek ne demek?” Bu cümleyle başlar Nastassja Martin’in şiirsel düşüncesi. Bu soru, bir zaman duygusundan çok bir varoluş halini tarif eder. Gecikmek, geç kalmak değildir yalnızca; anlamın, duygunun, dünyanın diline yetişememektir.
Kuzey Kutbu halkları konusunda uzmanlaşmış Fransalı antropolog Nastassja Martin’in “Vahşi Hayvanlara İnanmak” adlı eseri, tam da bu gecikmişlik duygusunun eşiğinde, bir antropoloğun kendi insanlığını yeniden öğrenme hikâyesi.
2015 yılında, Rusya’ya bağlı Kamçatka’nın ormanlarında bir ayıyla karşılaşır Nastassja. Bu karşılaşma, sıradan bir vahşi doğa olayı değildir. Ayı ona saldırır, yüzü parçalanır; bir anda insan ile hayvan, av ile gözlemci, yaşam ile ölüm arasındaki sınırlar çözülür.
Nastassja o anı “bir dünyanın çöküp başka bir dünyanın açılması” olarak tanımlar. O andan itibaren artık ne tamamen bir insan ne de bütünüyle bir antropologdur.
Ayı, yalnızca fiziksel bir yara bırakmaz; aynı zamanda Batı düşüncesinin insanı merkez alan bütün anlatılarına bir çatlak açar. Bu çatlak, Nastassja’nın eserinde yankılanan bir dönüşüm alanıdır. Onun dünyasında doğa, insanın dışında, ona karşı duran bir “nesne” değildir. Orman, gökyüzü, hayvanlar — hepsi canlı, hisseden, karşılık veren varlıklardır.
Even halkının inandığı gibi, her canlı bir ruh taşır ve bu ruhlar arasında geçiş mümkündür. Ayının saldırısından sonra Nastassja, kendisini bu geçişlerin içinde, iki dünya arasında kalan bir oluş halinde bulur. Evenlerin dilinde buna miedka derler: Yarı-insan, yarı-hayvan bir hâl. Antropolog artık gözlemci değil, dönüşmüş bir öznedir ve hikâyenin tam ortasındadır.
Nastassja Martin’in eseri bu anlamda klasik bir antropoloji metni değil. Saha notlarından çok bir oluşlar günlüğü, bir mitografya gibidir. Yazar, bilimsel nesnelliği terk eder; çünkü kendi bedeni, kendi korkusu, kendi rüyası artık araştırmanın parçasıdır.
Ayı, onun düşmanından çok, bir öğretmene dönüşür. İnsanın ne olduğunu, nerede bittiğini, hangi sınırları geçebileceğini ona ayı öğretir. Bu yüzden kitap, yalnızca bir kurtuluş ya da travma anlatısı değil; insan-olmayanla bağ kurma denemesidir.
‘Kara defteri’ndeki “bilmeye, hissetmeye, istemeye hep geç kalmak” ifadesi, bu deneyimin felsefi özünü taşır. Nastassja, modern insanın doğayla, arzuyla, ölümle ilişkisini sorgular. Batı aklının “bilen özne”sinin her şeyi sınıflandıran tavrı, burada yetersiz kalır. Çünkü artık bilmek değil, duymak, dinlemek gerekir.
Antropolog artık açıklayan değil, dönüştürülmüş bir beden olarak konuşur. Ayının pençesiyle açılan yara, aynı zamanda yeni bir epistemolojinin kapısıdır. Bu noktada Nastassja’nın sesi, Deleuze ve Guattari’nin “oluş” kavramını çağrıştırır. İnsan, hayvanla karşılaşmasında sabit kimliğini kaybeder; bir “hayvan-oluş” sürecine girer. Bu oluş, dönüşümün, sınırların silinmesinin alanıdır.
İşte Nastassja Martin’in şiirsel pasajındaki “imkânsız tarafından tutulmak” da budur: Var olan düzenin, kimliklerin, insan olmanın sınırlarının ötesine geçmek. O “imkânsız” artık korkulacak değil, kabul edilecek bir karşılaşmadır. Fakat bu karşılaşma huzur değil, sarsıntı getirir. Nastassja Martin’in dili, bu sarsıntıyı taşır: “Patlamaları, parçalanmaları öngören potansiyel bağlar”…
İnsanla hayvan arasındaki bu temas, hem yaratıcı hem yırtıcıdır. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Burada sistematik bilgi, düzen ve istikrarın yerine belirsizlik, ilişkisellik ve sezgi geçer. Bu yüzden metin, yalnızca bir antropolojik belge değil, şiirsel bir felsefe denemesidir.
“Buz kesmiş, şaşırmış, dehşete düşmüş canavarlar…” Bu cümle, Nastassja Martin’in kendi türüne bakışıdır aslında. Modern insanın doğayla bağını koparmış, yaşamı tüketimle sınırlamış, duygularını dondurmuş haline bir göndermedir.
Bu canavarlar, kendi dünyalarını kurarken yeryüzünü yok eden, sonra da bu yıkımın içinde donup kalan vahşi varlıklardır. Nastassja’nın deneyimi, bu donukluğa karşı bir uyanış çağrısıdır. Ayı, insanın unuttuğu şeyi —yani yaşamın vahşi, öngörülemez doğasını— hatırlatır. Ancak Nastassja, bu hatırlayışın romantik bir “doğaya dönüş” hikâyesi olmadığını da bilir. O, hayvanı kutsallaştırmaz; onunla birlikte yaşamanın tekinsizliğini kabul eder.
İnsanın kendini doğanın üstünde değil, içinde ve ona karşı sorumlu bir varlık olarak görmesi gerektiğini söyler. Çünkü “müşterek olanı tehlikeye atan karşılaşmalar”, tam da insanın evrenle yeniden........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d