menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ekonomik ve sosyal haklar kimin umurunda?

11 0
26.07.2025

Türkiye’de yıllardır politika sahnesinde aynı tiyatro oyununu sahneleniyor: Politik kutuplaşmalar, toplantılarda kurulan süslü cümleler, meydanlarda sarfedilen hamasi nutuklar, gündem saptırmalar, raporlara yansıyan boş laflar: Ama sahnenin arka planında kalan, toplumun farklı kavramlarla ifade ettiği ama içimizi sıkan, acıtan bir konu var: Ekonomik ve sosyal haklar.

Türkiye’de ekonomik ve sosyal haklar, kâğıt üzerinde anayasal güvence altında. Bu arada Türkiye hem Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesine hem de Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartına taraf. Hoş taraf ama ne taraf! En basit haliyle her iki sözleşmede de yer alan bazı haklarımız, sağ olsun Türkiye’nin koyduğu beyan ve çekincelerle bertaraf!

Peki uymak için verdiği taahhütlere çok mu uyuyor? Tabii ki hayır. Ama uygulamayacağım dedikleri ise zaten açık bir niyet beyanı. Peki bunlar neler? İsterseniz biraz daha yakından bakalım. Önce Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’ndan başlayalım:

En az dört haftalık ücretli yıllık izin sağlamak (Madde 2/3): Evet bu Türkiye’nin koyduğu ilk çekince. Eh patronların kazanması lazım değil mi? Ne gerek var çalışana “en az dört haftalık ücretli yıllık izin”? Avrupa Birliği (AB) İstatistik Ajansının (Eurostat) Mayıs 2025’te açıkladığı verilerine göre Türkiye, 2024’te Avrupa’da en uzun mesai yapan ülke. AB’de ortalama haftalık mesai süresi 36 saat, bu süre Türkiye için ise 43.1 saat. Çalışma koşulları, iş güvenliği ve alınan maaşlardaki adaletsizliği ile bu çok daha yüksek bedellere denk geliyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) geçtiğimiz yıl 1897 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini raporladı. Daha geçtiğimiz ay Haziran 2025 iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 164. İşte bu ve daha sıralanabilecek pek ok nedenle gerek var “en az dört haftalık ücretli yıllık izine.” Hazır alınan maaşlardaki adaletsizliğe değinmişken hemen gelelim ikinci çekinceye. Adil bir ücret hakkına.

Adil bir ücret hakkı (Madde 4): Türkiye bu maddeye olduğu gibi çekince koydu. Bu hak öyle kara kuru bir hak değil. Öncelikle çalışanları kendilerini ve ailelerini geçindirebilecekleri bir ücret hakkında sahip olması, ikincisi fazla mesailerde çalışana zamlı ücret verilmesi, üçüncü olarak erkelerin ve kadınların eşit işe eşit ücret alması anlamına geliyor. Son olarak maaşlardan yapılacak kesintilere ancak belli koşullar altında “ulusal yasalar veya yönetmeliklerle belirlenmiş ya da toplu sözleşmeler veya hakem kararıyla saptanmış koşullar ve ölçüler içinde” izin veriyor.

Peki bizdeki durum ne? Türkiye’de asgari ücretle çalışan milyonlarca insan, resmi enflasyon rakamlarının bile gerisinde kalan maaşlarla hayatta kalmaya çalışıyor. Asgari ücretli deyip geçmemek gerekiyor. Türkiye'de asgari ücretle çalışanların oranı AB ortalamasının 6 katından fazla! Ama verilen asgari ücret Avrupa’nın en düşük ücretleri arasında.

Kira fiyatları, gıda fiyatları ve temel ihtiyaçlar halkın belini kırarken, “ekonomik reform” adı altında yapılanlar ya göz boyama ya da sermayeye yeni imtiyazlar tanımaktan ibaret. Sosyal devlet söylemi ise afişlerde ve seçim meydanlarında kalıyor. Sağlık hizmetleri desen, pandemi döneminde, her geçe alkışlanan, “kahraman” ilan edilen sağlık çalışanları şimdi yetersiz ücretler, ağır çalışma şartları ve şiddetle baş başa. Emeklilerin durumu daha da fecii. Yeni emekli olanlar için de durum farksız değil.

Daha geçen sene 2024’te değil de 2025 emekli olacak olanlar, emeklilik hayatlarına 0 düşük maaşla başlamış oldular. AKP döneminde, 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 29. Maddesi gereği yapılan “güncelleme katsayısı” hesabı nedeniyle büyümenin payı yüzde 100’den yüzde 30’a düşürüldü. Böylece emekliler ülke büyümesinden payını alamadı ve aylıklarda yaklaşıl yüzde 30 oranında ciddi bir düşüş yaşandı. Üstelik bu durum Cumhurbaşkanlığı Kabinesinin “emekli yılı” ilan ettiği bir yılda yaşandı. Buna karşın sendikalar birkaç cılız açıklama ile yetindi. Hiçbir dava açılmadı. Muhalefet partileri ise bu konuyu TBMM kürsüsünde bile doğru dürüst dile getirmedi.

Örgütlenme hakkı (Madde 5) Bu çalışanların ekonomik ve sosyal çıkarlarını korumak için örgütlenebilmesi, en basit haliyle sendika kurabilmesi, kurulmuş olanlara dahil olabilmesi veya farklı örgütlenme biçimleri ile haklarını koruyabilmesi anlamına geliyor. Peki biz de durum ne? Fecaat. 2024-25 döneminde sadece sendikal haklarını kullandıkları için işlerinden çıkarılan işçilerin eylemlerine tanıklık ettik. Resmi verilere göre Türkiye genelinde toplam 16 milyon 864 bin 733 işçi bulunuyor. Bu işçilerin ise sadece yüzde 14,97’si bir sendikaya üye. Kayıt dışı çalışan, herhangi bir sosyal güvenlik hakkı olmayanlar bu hesaba dahil değil. Gerçi toplu pazarlık hakkı olmadan sendikanın bir anlamı olabilir mi? Olmaz tabii. İşte Türkiye’nin bir başka çekincesi, toplu pazarlık hakkı.

Toplu pazarlık hakkı (Madde 6): İşte her yıl izlediğimiz tiyatro sahnelerinden biri daha. Bir masanın etrafında toplanmış taraflar, oturmuşlar toplu iş sözleşmesi görüşmeleri yapılıyorlar. Ardından anlaşma sağlanamadı diye haberler, sonra tekrar toplanıp konuşmalar. Arada açılıp kapanan zarflar. Bu böyle gidiyor. Sonra karar gene patronların istediği gibi çıkıyor. Toplu iş sözleşmesinin anlamı dört ana eksene sahip: Bunlardan ilki çalışanlar ve işverenler arasında diyalog ve ortak görüşmeleri teşvik edilmesi; ikincisi ise ücret ve çalışma koşullarının toplu sözleşmeyle düzenlenmesi için gönüllü görüşmeleri desteklemesi; üçüncüsü iş uyuşmazlıklarında uzlaştırma ve gönüllü hakemlik yollarının teşviki; ve sonuncusu ama belki de en önemlisi toplu sözleşmelerin yükümlülüklerine bağlı kalmak şartıyla, çıkar uyuşmazlıklarında grev dahil toplu eylem hakkının tanınması. Lakin sıkıysa greve gidin bakalım neler oluyor. Yanlış anlaşılmasın, yumuşak bir ifadeyle grev yasaklanmıyor. Sadece erteleniyor! Öyle böyle derken AKP iktidarları boyunca 21 grev yasağı gelmiş. Kamu çalışanları açısından zaten grev falan yok. Bugüne kadar 1 günlük iş bırakma eylemleri haricinde ben doğru dürüst bir grev hatırlamıyorum bile. Tüm bu süreçte AKP iktidarlarının sesini çıkartmadığı grevler ise sadece kendi yönetiminde olmayan belediyelerde yaşandı!

“Başka yok mu?” diye sorabilirsiniz. Var tabii. Örneğin eğitim hakkı. Türkiye’nin uluslararası sözleşmelerde koyduğu yegâne çekince. Ama var mı? Kâğıt üstünde var tabii. Peki eğitimde fırsat eşitliği var mı? İşte burada durmak lazım. Zengin okullar, yoksul okullar, imam hatip dayatmaları ve sınav odaklı sistem, gençlerin geleceğini baştan ipotek altına almış durumda. Üniversite mezunlarının işsizlik oranları rekor kırıyor. Son sınav rezaletinde olduğu gibi, eleştirilere karşı MEB bakanın ağzından kötü sözler saçılıyor. Buna karşılık Ekonomik, Kalkınma ve İş birliği Örgütü’nün (OECD) “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı" (PISA) ölçümlerinde Türkiye OECD ortalamasının çok altında. Ama daha da hüzün verici olanı, PISA 2022’de Türkiye’den katılan çocukların yüzde 31’inin okuldan önce kahvaltı yapmadıklarını, yüzde 2’sinin akşam yemeği yemediklerini, yüzde 10’unun haftada bir gün akşam yemeği yiyemediklerini söylemiş olması.

Bugün Türkiye’de milyonlarca insan açlık sınırının altında maaşla çalışıyor, taşeron sistemine mecbur bırakılıyor, iş cinayetlerinde can veriyor, barınacak ev bulamıyor. Sağlıkta durum çok mu farklı. Paranız varsa aynı gün randevunuzu alır gidersiniz. Yoksa ya aylarca beklersiniz ya da mahallenizdeki aile sağlık merkezinde, son derece kısıtlı imkanlarla çalışan doktorunuza gidip ayakta tedavi olmaya çalışırsınız. Peki ya ameliyat olmanız gerekirse ne olacak? Eh o da olmasın diyebilir misiniz? Her ay Türk-İş ve DİSK yoksullukla ilgili verilerini paylaşıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin resmi istatistik kurumu TÜİK veriler paylaşıyor. Ama nedense her ikisinin arasında her daim bir uçurum bulunuyor. Enflasyon değerleri deseniz aynı. Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) verileriyle TÜİK verileri örtüşmüyor.

Bütün bunlar olurken, politikacılar yalnızca kendi koltuklarını koruma derdinde. Devlet ise mevcut duruma başını çeviriyor, çünkü zaten en baştan “bu benim sorumluluğum değil” demiş. Medyanın büyük bir bölümü ise ortalığı güllük gülistanlık gösterme eğiliminde veya suskun, hatta manipülasyonun baş aktörü. Gerçeğin peşinde koşanlar ise karartılıp, engelleniyor. Yurttaşın hakkını, hukukunu savunanlar seçilmişler de dahil olmak üzere cezaevinde. Bugün Türkiye’de ekonomik ve sosyal haklar, hakkını arayanlar için bile tuzaklarla dolu. Sendika mı kurdun? İşten atılırsın. Asgari ücretin üstünde maaş mı istedin? Aç kalırsın. Eylem mi yaptın? Gözaltına alınırsın. Belediye’de toplumcu bir politika gözetip hak temelli sosyal politikalar mı uygularsın? İşte o zaman hepten yandın!

Bugün toplumun geniş kesimleri, temel haklarını bile “lütuf” gibi görmeye alıştırılmış halde. Ekonomik sosyal haklar ise halkın gerçek hayatında ise birer hayale dönüştü. Bu hakları gerçekten sahiplenen bir devlet politikası, etkili bir toplumsal talep ya da sürdürülebilir bir çözüm ortada yok. Çünkü sistem sadece günü kurtarmaya, “krizi yönetiyormuş gibi yapmaya” odaklanmış durumda. Tabii bir tarikat şeyhinin elini öpersen, işler o zaman daha başka!

Gelinen noktada ekonomik ve sosyal haklar, yalnızca mücadele edenlerin umurunda. Diğerleri için ya bir reklam malzemesi ya da gözden çıkarılabilir ayrıntılar. Ama unutulan şey şu, bir ülkede ekonomik ve sosyal haklar korunmazsa, demokrasi de hukukun üstünlüğü de sadece kâğıt üstünde kalır. Bunun tam tersi de aynen geçerlidir. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü korunmadan, ekonomik ve sosyal haklar başta da söylediğimiz gibi kâğıt üstünde kalmaya mahkumdur. Son günlerin “terörsüz Türkiye” gayesi de buna dahildir. Ekonomik ve sosyal hakların korunmadığı, demokrasinin hukukun üstünlüğünün kâğıt üstünde kaldığı bir yerde, yeni çatışmaların yakın gelecekte yaşanması kaçınılmaz niteliktedir. Bir demokrasi ancak hukukun üstünlüğüne, temel haklarla birlikte ekonomik ve sosyal haklara gösterdiği saygı oranında gerçek bir demokrasi ve aynı zamanda “terörsüz” olacaktır.

(HA/HA)

Dersimli sanatçı Delil Xıdır, yeni müzik çalışmasında dinleyicileri Ermenice bir kadın adı olan “Nırvart” ile buluşturuyor. Aynı adı taşıyan parça, bizi Delil Xıdır’ın babası Musaê Millê’nin gençlik yıllarına götürüyor ve onun on beş yaşında iken on altı yaşındaki Ermeni kızı Nırvart arasında filizlenen duygusal yakınlaşmayı anlatıyor.

Ancak Nırvart ile Musaê Millê’nin dayısının iki kızı, 1938 Katliamı sırasında (ya da hemen öncesinde) kurşunlanarak öldürülüyor; böylece kişisel öykü trajik bir boyut kazanıyor.

Babasının bu anlatısı, Delil Xıdır’ın belleğinde yer etmiş; yaklaşık 90 sene sonra söz ve müziğe dönüşerek “Nırvart” adlı çalışmanın temelini oluşturmuştur. Söz ve müziği Delil Xıdır’a ait eser, üç sanatçının ortak seslendirmesiyle kaydedilmiştir: Delil Xıdır’a, uzun süredir birlikte çalıştığı Sürgündeki müzisyen Hasan Sağlam ile sanatçı Gulê Mayera eşlik etmektedir. Aranjör koltuğunda Ahmet Özgül otururken, klibin yönetmenliğini Hasan Sağlam üstlenmiştir.

“Nırvart” şarkısı bizi hem Dersim’e hem de trajedi kavramının daha iyi anlaşılmasına götürüyor. Dersimli ozanların bir trajediyi melodiye dökme geleneği, tarihsel, felsefi ve sanatsal birçok boyutu beraberinde getiriyor. Bu klam, kavuşamayan bir aşkın ve o dönemin toplumsal koşullarının ağıdıdır. Ozanlık kavramının tarihsel dönüşümünü ve trajedi‑ağıt ilişkisini inceleyerek, Dersim tarihi içinde bu aşk hikâyesini anlamaya çalışacağız.

Homeros’u yalnızca bir destan anlatıcısı şair olarak görmek, Platon sonrası dönem ile tek tanrılı dinlerin doğuşunun şekillendirdiği bir yaklaşımdır. Homeros, modern anlamda bir ozan değil; din kuramcısı bir ozandır ve anlatıları aynı zamanda bir dinin içeriğini oluşturur. Onun çağı, henüz şiir, edebiyat ve hakikatin birbirinden ayrılmadığı, bir daha geri gelmeyecek........

© Bianet