menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Doğa ve medeniyet çatışmasında kadının konumu

11 1
saturday

İnsanlığın ataerkil kültüre geçmesi ile beraber kadınlara uygulanan ayrımcılık, ötekileştirme, hak ihlali gibi konular sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın öncelikli sorunlarından. İnsan hakları konusunda çok ileri bir seviyede olan İskandinav ülkelerinde dahi, aynı işi yapsalar bile erkekler, kadınlardan daha fazla ücret alıyor. İleri demokrasi ülkelerinde bile bu ayrımcılığa rastlıyoruz.

Maalesef İslam ülkelerindeki kadın sorunları, gelir eşitsizliğinden çok daha korkunç boyutlarda. Ülkemiz, Müslüman ülkeler içinde nispeten daha iyi durumda olsa da son yıllarda artan kadın cinayetleri ve aile içi şiddet, cinsiyet ayrımcılığı gibi konularda işler hiç te iyiye gitmiyor. Kadın hakları ihlallerinin toplumun sosyolojik, psikolojik, kültürel, tarihsel, siyasal, ekonomik yapısı ile ilgili pek çok nedeni var. Bu nedenlere din, mezhep, etnisite gibi konuları da ekleyebiliriz. Bu yazımda konuyu, doğa ve medeniyet arasındaki çatışmanın bilinçdışı süreçlere nasıl yansıdığı ve kadınla, dişilik prensibi ile ilişkisi üzerinden incelemek istiyorum.

Kadın doğa ile özdeş olduğu için maddeyi sembolize ediyor. Medeniyet ve kültür ise erkeklik prensibi ile sembolize edilen bir konu.

Kadınların uygarlaşma sürecine çok önemli katkılarının olduğu bir durumda medeniyetin erkeklik prensibi ile ilgisi olduğu düşüncesi ilk etapta kulağa hoş gelmeyebilir. Fakat medeniyet, doğanın bir özne olmaktan çıkıp insanlar tarafından nesneleştirilmesi suretiyle gelişim gösterdi. Bu sebepten ötürü medeniyet eril prensip ile ilgili. Edebiyat antropolojisi açısından durum böyle.

İnsanlık tarihinin yüzde doksanında insanlar avcı toplayıcı bir yaşam biçimi ile anaerkil bir kültür ve toplum yapısıyla varlığını sürdürdü. Yerleşik hayata geçiş ile beraber toplum düzeni adım adım ataerkil bir nitelik kazandı. Medeniyet, yerleşik düzende ataerkil kültür ile beraber kademeli olarak inşa edildi. Ataerkil kültürden önce erkeğin üremedeki fonksiyonu bilinmediğinden kadınlar toplumda çok önemli bir pozisyonda, çok saygın bir konumda idiler.

Yerleşik hayata geçiş ve hayvanların evcilleştirilmesi erkeğin çoğalmadaki fonksiyonun anlaşılmasını sağladı. Erkeklerin adım adım kontrolü ele geçirmesi aynı zamanda medeniyetin inşası anlamına da geliyor. Ataerkil kültürde yani erkeğin hakimiyetinin olduğu toplum düzeninde kadın, eski saygın yerini bulamaz oldu. Zaman içinde gücünü ve haklarını kaybetti. Kadın erkek arasındaki çatışma ve karşıtlık ile doğa ve medeniyet arasındaki çatışma ve karşıtlık arasında bir paralellik var. Medeniyet ve kültür doğanın, bir anlamda da kadının araçsallaştırılması sayesinde var olan bir şey.

Doğayı temsil eden kadın üzerindeki tahakküm, ataerkil toplum yapısı ile beraber gelişiyor ve kadının baskılanması, kontrol edilmesi aynı zamanda doğanında kontrol edilmesi anlamına geliyor. Kadının kontrol altında tutularak baskılanmasının, aslında doğanın kontrol edilip araçsallaştırılması yoluyla medeniyetin inşasını mümkün kıldığı kanaatindeyim.

Kadını kontrol etmek simgesel olarak doğayı araçsallaştırmak bir anlamda. Medeniyetin inşasında kadın çok önemli. Fakat kadın doğa ile özdeş ve bu nedenle de medeniyetin karşısında konumlanıyor. Medeniyet ise insanın kendi varlığını merkeze yerleştirip doğayı ve dolayısıyla kadını araçsallaştırması nedeni ile eril özellikler taşıyor. Zaten tarım devrimi ile beraber erkek aşama aşama hakimiyeti ele alıyor.

Medeni olanın kadın haklarına daha saygılı olduğu yönünde bir genel kabul olsa da medeniyet eril bir özellik taşıyor. Kadının özgürlüğü fikrinden bu kadar rahatsızlık duyulmasının altında, bilinç dışı düzeyde doğa karşında edinilmiş kazanımların kaybedilmesi korkusu yatıyor. Kadına eski saygınlığını ve gücünü vermenin insanlığı bir çeşit regresyona sokabileceği korkusunu taşıyoruz.

Doğanın döngüsel olma özelliği nedeniyle bize bir regresyon yani geriye dönüş yaşatması bir bağlamda kaçınılmaz. Medeniyet ise doğrusal ve sürekli gelişimi hedefleyen bir tutum sergiliyor. Kadını serbest bırakmak, nesneleştirdiğimiz, araçsal bir şekilde kontrol ettiğimiz doğayı serbest bırakmak anlamına geliyor. Doğayı araçsallaştırmadan medeniyet yaratmak mümkün müdür? Bana göre pek mümkün değil.

Kadının özgürlüğü fikrinden duyulan korku bir anlamda doğanın zincirlerinden kurtulması suretiyle meydana gelebilecek bir medeniyet yıkımı ve geriye dönüş korkusu. Kadına yönelik bu baskıcı, kötücül muamelelerin arka planında doğayı temsil eden kadının özgürleşmesi, eski saygınlığını kazanması durumunda, doğa karşısında elde edilmiş kazanımların kaybedilmesi korkusu mevcut bilinçaltımızda. Kadın tıpkı medeniyet öncesi dönemde olduğu gibi doğa ile ittifak yapabilir ve bu koşullarda doğayı nesneleştirmek mümkün olmaz. Bilinçdışımızda kadına avcı toplayıcı dönemdeki saygınlığını vermenin, eski barbarik dönemlere bizi geri döndürme riski taşıdığı düşüncesi var. [1]

Kadının varlığı bize doğanın efendisi değil, sadece parçası olduğumuz gerçeğini bilinçdışı düzeyde hissettiriyor. Kadın güçlü ve özgür olursa, tıpkı medeniyet öncesi dönemlerde olduğu gibi doğa ile uyumlu bir toplum düzeni yaratabilir ve insanoğlu efendisi olduğu iddiası ile kontrol edip nesneleştirdiği doğanın karşısında gücünü kaybedebilir. Sadece doğanın bir parçası konumuna indirgenebilir. İnsanoğlu bilinçdışı bir şekilde bu durumu bir tehdit olarak görüyor ve kadını medeniyet öncesine döndürme riski taşıdığı gerekçesi ile baskılıyor ve hatta tıpkı doğa gibi kadını da nesneleştiriyor.

Doğa belirliliklerle dolu. Doğa gibi olan kadını baskılamak, aynı zamanda hayatın belirsizliğine karşıda bir tampon vazifesi görüyor. Kadını kontrol etmek demek, bilinmezliklerle dolu doğayı kontrol etmek demek aynı zamanda.

Kadının ikinci sınıf bir insan kategorisine indirgenmesi, müreffeh bir toplum olmamızın önündeki en büyük engellerden biri. Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde doğa ve medeniyet ilişkisi ile ilgili zihinsel arka planın olduğunu düşünüyorum. Geleneksel kadınlık ve erkeklik rolleri daha keskin çizgilerle ayrılmış durumda. Modernite ile beraber bu roller kesinliğini kaybediyor kadın ve erkek nitelikleri birbirine yaklaşmaya, benzeşmeye başlıyor. Kadının işgücüne katılması ile beraber toplumsal cinsiyet rollerini belirleyen kesin çizgiler flulaşıyor.

Kadını ev içi işler ve çocuk bakımı ile sınırlamak, hem insan hakları, hem de işgücü bakımından çok kıymetli olan kadınlarımızdan hakkıyla istifade edemediğimiz bir toplum düzeni yaratıyor. Toplumsal olarak kadına yönelik bu ayrımcı, dışlayıcı, kısıtlayıcı, insan hakları ihlallerine neden olan tutumların arkasındaki bilinçdışı nedenleri bilincimize taşıyabilirsek kadınlara karşı daha sağlıklı davranışlar geliştirecek bir anlayış inşa edebiliriz. İster toplumsal ister bireysel olsun bilinçdışındaki kalıpları bilincimize çıkarırsak, ruh sağlığı bakımından çok daha iyi bir toplum olma yolunda önemli ilerlemeler kaydedebiliriz.

İnsan iki bacağı üzerinde yürüyecek şekilde evrimleşti. İnsan bedeni, dünya çarkının dönmesini sağlayan karşıtların birliği ilkesini anlamlı bir şekilde sembolize ediyor kanaatimce.

Nasıl ki tek bacakla yürümek mümkün değil ise, çift kutuplu dünyada kadınsız yol almak ta elbette imkansız. Kadın ve erkeğin uyumlu ve eşitlikçi birlikteliğinin Dünya İnsanları olarak hepimiz için güzel bir geleceğin inşasında çok büyük önem arz ettiğini düşünüyorum. Dünyada sayıları azda olsa anaerkil toplumlar var.........

© Bianet