menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türkiye’de Süryani çalışmalarının epistemolojisi: Resmi ideoloji, bilgi ve iktidar

16 13
28.10.2025

*Manşet fotoğrafı: 9. yüzyıla ait bu el yazması, Süryani hekim Rēš Aynālı Sergius’un, Bergamalı Galen’in ‘Basit İlaçlar Üzerine’ adlı eserinin Süryanice çevirisini içeriyor.

Türkiye’de bilgi, hiçbir zaman masum olmadı. Çünkü Türkiye’de tarih, hiçbir zaman yalnızca geçmişin hikâyesi olmadı. O, her zaman bugünü meşrulaştıran bir iktidar dili, bir hafıza mimarisi olarak işledi. Bu nedenle azınlıklar hakkında yazmak, gerçekte kimliğin değil, devletin kendi kendini anlatma biçiminin izini sürmektir. Süryaniler üzerine kaleme alınan akademik metinler de bu çerçevenin dışında değildir: Onlar, sessizliğin üretildiği ama aynı zamanda görünürlükle maskelendiği bir bilgi rejiminin parçasıdır.

Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye’de bilgi, “ulusal birlik” ve “bilimsel tarafsızlık” ilkeleriyle meşrulaştırılmış; ancak bu tarafsızlık iddiası, devletin ideolojik merkezine dokunmayan bir sessizlik alanı yaratmıştır. Bu sessizlik, özellikle azınlık çalışmalarında kendini en çıplak hâliyle gösterir: Konu görünürdür ama temsili denetlenir; anlatılır ama öznesi konuşamaz. Süryaniler bu temsil düzeninde, “sadık tebaa”, “kadim kültürel miras” ya da “Hıristiyan geleneğin zararsız kalıntısı” olarak yer alır. Böylece tarih, bir hatırlama pratiği olmaktan çıkıp, unutuşun kurumsal biçimi hâline gelir.

Bu makale, Türkiye’deki Süryani çalışmalarını yalnızca tematik çeşitliliğiyle değil, bu sessizlik rejimiyle kurduğu ilişki üzerinden yeniden düşünmeyi amaçlamaktadır. Çünkü burada mesele, Süryaniler hakkında ne kadar bilgi üretildiği değil; bu bilginin kim tarafından, kimin adına ve hangi sınırlar içinde üretildiğidir.

Çalışma, akademik metinleri bilgi üretiminin nötr ürünleri olarak değil; iktidarın kendi meşruiyetini yeniden ürettiği söylemsel araçlar olarak ele almaktadır.

Bu bağlamda Süryani araştırmaları, Türkiye akademisinin aynası gibidir: Görünürde çoğulcu ama derinde homojenleştirici, eleştirel gibi görünen ama devletin dilinden konuşan bir bilgi geleneği. Bu nedenle bu makale, yalnızca bir azınlık literatürüne katkı değil; Türkiye’de bilginin nasıl kurulduğunu sorgulayan bir epistemolojik müdahaledir.

Türkiye’deki Süryani halkı, bu coğrafyanın en kadim halklarından biri olarak, antik dönemden moderniteye uzanan tarihsel sürekliliğiyle dikkat çeker. Ancak bu tarihsel derinlik, Türkiye’nin akademik bilgi rejimi içinde kesintiye uğramış; Süryaniler, kimi zaman resmî söylemin izin verdiği ölçüde görünür kılınmış, kimi zaman da tamamen sessizleştirilmiştir. Bu makale, 2000-2022 yılları arasında Türkiye üniversitelerinde Süryaniler üzerine üretilmiş 335 akademik çalışmayı –makaleler ile yüksek lisans ve doktora tezlerini de kapsayacak şekilde– eleştirel bir biçimde analiz etmektedir.

Amaç yalnızca bu literatürün nicel bir haritasını çıkarmak değildir; asıl hedef, bu bilgi üretiminin dayandığı epistemolojik temelleri, metodolojik sınırlılıkları ve ideolojik yönelimleri deşifre etmektir. Çalışmanın temel tezi, Türkiye’deki Süryani çalışmalarının büyük ölçüde Cumhuriyet döneminin resmî tarih ve kimlik söylemiyle uyumlu biçimde şekillenmiş olduğudur. Bu söylem, Süryanileri genellikle “sorunsuz biçimde uyum sağlamış” folklorik unsurlar, “dış etkilerden uzak sadık tebalar” ya da politik öznelliğinden arındırılmış “kadim dinî cemaatler” olarak temsil eder.

Bu temsiller, Michel Foucault’nun bilgi/iktidar diyalektiği[1], Edward Said’in Oryantalizm eleştirisi[2] ve post-kolonyal teorinin temsil ve sessizlik kavramları[3],[4] aracılığıyla okunduğunda akademik bilginin “tarafsız” bir bilgi değil; iktidar ilişkilerinin içinden türeyen bir inşa biçimi olduğu görülür. Bu bağlamda Türkiye’deki Süryani çalışmaları, görünürde azınlık araştırması olsa da, gerçekte ulus-devletin bilgi üzerindeki tahakkümünü yeniden üreten bir ideolojik pratik hâline gelmiştir.

Bu çalışma, Türkiye’deki Süryani çalışmalarına dair üç temel soruya yanıt aramaktadır:

Metodolojik olarak çalışma, Eleştirel Söylem Analizi’ni (ESA)[5],[6] benimsemektedir. ESA, dilin yalnızca bir anlatım aracı değil, toplumsal gerçekliği kuran ve iktidarı yeniden üreten bir araç olduğunu varsayar. Bu yöntem aracılığıyla 335 çalışmanın kavramsal çerçeveleri, atıf ağları, metaforik yapıları ve sessizlik stratejileri analiz edilmiştir. Böylece, akademik söylemin yalnızca Süryanileri nasıl temsil ettiği değil; bu temsilleri mümkün ve meşru kılan iktidar ilişkileri de görünür hâle getirilmiştir.

Sonuç olarak bu çalışma, Türkiye’deki akademik alanı “bilimsel bilgi” üreten tarafsız bir yapı olarak değil, devlet ideolojisinin sürekliliğini ve meşruiyetini yeniden üreten bir söylemsel düzen olarak ele almaktadır. Çalışmanın amacı, yalnızca literatürdeki boşlukları tespit etmek değil; Türkiye’de azınlık çalışmalarını eleştirel, çoğulcu ve etik bir bilgi rejimi çerçevesine taşımaktır. Bu bağlamda çalışma, bilginin üretimini bir araştırma etkinliği olmaktan ziyade, adalet ve temsil sorumluluğuyla iç içe geçmiş bir epistemolojik alan olarak konumlandırmaktadır.

Bu bölüm, Türkiye’deki Süryani çalışmalarını şekillendiren temel düşünsel dayanakları ve yöntemsel yaklaşımları ortaya koymayı amaçlamaktadır. Amaç, bu literatürü yalnızca içerik üzerinden değil; onu mümkün kılan iktidar ilişkileri[1], temsil biçimleri[3] ve sessizlik stratejileri[4] üzerinden okumaktır. Böylece bilgi üretimi, tarafsız bir akademik etkinlikten ziyade, ideolojik sınırlarla çevrili bir söylem alanı olarak ele alınacaktır.

Foucault, bilginin tarafsız bir keşif değil, belirli iktidar yapılarını kuran ve sürdüren bir “hakikat rejimi”nin ürünü olduğunu öne sürer[1]; yani toplumda hangi bilginin doğru, geçerli ve meşru sayılacağına karar veren söylemsel bir düzen. Bilgi, bu anlamda iktidarın hem nesnesi hem de aracıdır. Türkiye’deki Süryani araştırmaları bu perspektiften değerlendirildiğinde; akademik alanın yalnızca bilimsel meraktan değil, devletin meşru bilgi üretimini tanımlayan bu rejimden beslendiği görülür.

Bu söylem alanında:

Bu temsiller, bilginin devlet ideolojisiyle iç içe geçtiğini; akademik alanın eleştirel bir sorgulama zemini olmaktan çıkıp mevcut düzeni yeniden üreten bir ideolojik aygıta dönüştüğünü göstermektedir. Böylece akademi, yalnızca bilgi üreten bir kurum değil, toplumsal hafızayı disipline eden ve belirli bir düşünme biçimini dayatan bir iktidar mekanizması hâline gelmektedir.

Edward Said’in Oryantalizm kavramı[2], temsilin (bir grubun ya da gerçeğin kendi sesiyle değil, başkalarının dili, bakışı ve çıkarı üzerinden anlatılması anlamında) tarafsız bir betimleme değil; ideolojik bir eylem olduğunu gösterir. Yani temsil, gerçeği yansıtmak değil, güç ilişkileri içinde onu yeniden kurmaktır. Bu durum sadece “Doğu” için değil, ulus-devletlerin kendi içindeki farklı topluluklar için de geçerlidir. Türkiye’de bu, “içsel oryantalizm” biçiminde ortaya çıkar: devlet, bazı grupları “geri”, “egzotik” veya “az gelişmiş” olarak tanımlayarak onları kontrol altında tutar. Süryaniler bu söylemde, kendi tarih ve kültürleriyle konuşan bir topluluk olmaktan çıkar; devletin belirlediği sınırlar içinde tanımlanan bir azınlık kimliğine indirgenir.

Süryaniler bu söylemde:

Bu temsil biçimi, onları bilinebilir, sınıflandırılabilir ve dolayısıyla yönetilebilir nesnelere dönüştürür. Oryantalist epistemoloji böylece, yalnızca Batı’nın Doğu’ya değil, devletin kendi vatandaşlarına da yönelttiği içsel bir tahakküm biçimine dönüşür. Akademik söylem, bu tahakkümü “kültürel miras”, “hoşgörü” veya “kadim medeniyet” diliyle yeniden üretir.

Post-kolonyal teori, bilginin sömürgeci kökenlerini ve ulus-devletlerin bu bilgi biçimlerini nasıl içselleştirdiğini sorgular. Spivak’ın “Madun konuşabilir mi?” sorusu[4], Türkiye bağlamında hristiyan halkların tarihsel olarak “konuşma hakkı”nın sistematik biçimde bastırıldığını anlamak açısından açıklayıcıdır.

Bu perspektiften bakıldığında, Süryaniler yalnızca azınlık statüsünde değil, aynı zamanda “madun” konumundadır. Akademik metinlerde:

Post-kolonyal okuma, bu sessizliklerin ideolojik işlevini açığa çıkarır. Akademi, burada yalnızca bir bilgi üretim alanı değil, aynı zamanda “kimin insan, kimin azınlık” olduğuna karar veren bir iktidar mekanizması haline gelir.

Bu çalışma, yukarıda sunulan teorik çerçeveyi Eleştirel Söylem Analizi (ESA) yöntemi aracılığıyla somutlaştırmaktadır. ESA, metinleri yalnızca dilsel yapıları üzerinden değil, bu yapıların toplumsal bağlamlarda nasıl ideolojik anlamlar ürettiğini çözümleyerek ele alır.

Bu kapsamda, 2000-2022 yılları arasında Türkiye üniversitelerinde üretilmiş toplam 335 akademik tez ve makale, kullandıkları kavramsal setler, atıf ağları, metaforik yapılar ve sessizlik stratejileri bakımından incelenmiştir. Amaç, Süryani gerçekliğini betimlemekten ziyade, akademik söylemin resmî ideolojiyle nasıl eklemlendiğini görünür kılmaktır.

Analiz sürecinde bu 335 metinden 60’ı, temsil gücü ve içerik çeşitliliği dikkate alınarak doğrudan derinlemesine inceleme ve atıf listesine dahil edilmiştir. Dolayısıyla okuyucu, bu 60 çalışmaya ait referansları makale içinde, özellikle kuramsal çerçeve bölümünde bulabilecektir.

Türkiye’deki akademik üretimin, özellikle azınlık halklar üzerine yapılan çalışmaların karakteri, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren biçimlenen resmî ideolojinin sınırları içinde şekillenmiştir. Süryani çalışmaları bu bağlamda, yalnızca entelektüel bir merakın ürünü değil, aynı zamanda ulus-devletin bilgi politikalarının bir yansımasıdır.

Cumhuriyet ideolojisi, homojen bir ulusal kimlik tahayyülünü iki temel sütun üzerine inşa etmiştir: Türk Tarih Tezi[19] ve Türk-İslam Sentezi[10],[11],[12]. Bu iki ideolojik yapı, Türkiye’deki etno-dinsel çeşitliliği “birlik için tehdit” olarak kodlamış, farklı kimlikleri ulusun dışında veya marjında konumlandırmıştır.

Bu bağlamda Süryaniler, resmî söylemde iki biçimde tanımlanmıştır:

Bu ideolojik çerçeve, akademik alana da sızmış ve Süryaniler üzerine yapılan çalışmaların büyük bölümü “sorunsuz birliktelik” mitini yeniden üretmiştir. Bu anlatı, geçmişte yaşanan travmaları, zorunlu göçleri ve asimilasyon politikalarını görünmez kılarak, Cumhuriyet’in “barışçıl modernleşme”[12],[13] söylemini meşrulaştıran bir araç haline gelmiştir.

Bu ideolojik süreklilik, üniversitelerin yapısal mekanizmaları aracılığıyla kurumsallaşmıştır. Türkiye’deki yükseköğretim sistemi, özgür düşünce üretiminden ziyade resmî söylemin yeniden üretimini sağlayan bir disiplin alanına dönüşmüştür.

Sonuç olarak, Türkiye’de üniversiteler sadece bilgi üreten kurumlar değil; aynı zamanda devletin kimlik anlayışını yeniden üreten ideolojik yapılar haline gelmiştir. 2000-2022 yılları arasında hazırlanan Süryani konulu çalışmalar da bu yapının sınırları içinde biçimlenmiştir. Akademik söylemdeki temsil biçimleri, devletin tarih ve kimlik anlayışını yeniden üreten bir yansıma niteliği taşımaktadır.

2000’li yıllarda Süryaniler üzerine yapılan akademik çalışmaların ani artışı, “bilimsel ilginin” doğal bir sonucu değil; belirli bir siyasal yönlendirmeyle ilişkili bir bilgi-mobilizasyon stratejisidir. Bu dönem, Türkiye’nin Avrupa Birliği uyum süreci ve “çok kültürlülük” söylemiyle paralel ilerlemiştir. Devlet, azınlık kimliklerinin sınırlı görünürlüğünü, uluslararası arenada ‘‘demokratikleşme’’ göstergesi olarak kullanmıştır.

Aynı dönemde, Türkiye’de yükselen güvenlik merkezli devlet söylemi, bilgi üretiminin yönünü belirleyen başlıca unsur haline gelmiştir. Mardin, Diyarbakır ve Van gibi bölgelerde yoğunlaşan Süryani çalışmaları, bu çerçevede sahayı “kontrol edilebilir kültürel alanlar”........

© Bianet