menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İsmail Beşikçi’ye mektubum

14 22
01.10.2025

Sevgili Hocam,

Hocam hitabını genelde birileri ile arama resmi bir mesafe kurmak istediğimde kullanan birisiyim. Ancak sizinle durum çok başka başladı. Koçgiri’nin adeta devletten saklanmış, belası dışında tek bir faydasını görmemiş, yolları, köprüleri olmayan, yoksul Kürt Kızılbaş bir köyünde hayata merhaba diyen birisi olarak, yaşadığım kasabada ilk olarak Üniversite okumak için çıkmıştım. Cevaplardan çok sorular biriktirdiğim bir zaman dilimiydi benim için. İçine doğduğum hayata dair yolundan gitmeyen şeyler vardı. Resmi olarak Türklük dünyasına doğmuş, ancak onunla uymsuzluklarım ben farkında/istenciden olmadan başlamıştı.

Okulda Türkçe, gündelik hayat Kürtçe akmakta oysa. Ancak okul hayatı bir tarafa kendi mahallende/evinde de Kürtçe konuşman yasak. Nedenlerini yavaş yavaş sorgulamaya başlasam da yerli yerinde oturmayan çok şeyler vardı. Bu anlamda Üniversiteye yol almam kendimi, aidiyetimi, politik duruşumu bulmamda bana yeni imkanlar getirmişti. Hayata karıştığım kentin ‘doğu’sundan gelenler ile tanıştım. Ortaokul’dan itibaren başlayan okumalarıma yenileri katılmaya başladı. Liseli yıllarımda sol, sosyalizm, matertalist felsefeye dair yaptığım okumalara Ape Musa’yı, Mehmet Uzun’u da katmıştım artık.

Bir kitap insanın hayatını değiştirir mi Hocam?

Bazen bir insan, bir hikaye, bir anlatı, bir yol, bazen de bir kitap insanın hayatını değiştirdiğini sizin “Devletler Arası Sömürge Kürdistan” kitabınızı okurken yaşadım. 18’imde üniversite öğrencisiydim. Farklı sol fraksiyorlardan dört üniversite öğrencisi arkadaş bir evde yaşıyorduk. Bir örgüt, parti aidiyeti olmayan ben olduğumda her birisi beni kendi politik aidiyetlerine çağırıyorlardı. Sonra bir gün, ‘Oradan gelen bir arkadaşımın aracılığı ile fotokopi olarak çoğaltılmış “Devletler Arası Sömürge Kürdistan “kitabınız elime geçti. Kapağını aralamam ile kendimi bambaşka bir hayatın içinde buldum. Kafamda adeta şimşekler çakıyordu, içine doğduğum hayata gözlerimi, bilincimi açan bir karmaşa/şaşkınlık içindeydim.

Üç gün boyunca okula gitmedim. Kitabını bitirip de başka hevalime vermek için gazete kağıda pakatlediğimde içim çok ferahtı. Artık sadece soru biriktirmeyeceğim, cevaplarım da çoğalmaya başlayacak. Sözün, samimi, sıcak bir tebesüm ve içten yürekten bir merhaba’nın da insanın hayatını değiştirdiğini bilenlerdenim. Sözün anlamını bilmek, o sözü sadakatle bağlı kalmak, yolunda o sözleri biriktirmenin insanın nasıl güçlü ve güzel kıldığını da bilirim. Sizinle başladığım bu yolculuğuma başka kitaplar ile devam ettim.

Frantz Fanon’nun “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabı elime geçti sonra, sömürgecilik, şiddet, özgürlük ve psikoloji üzerine yazılmış anti-kolonyal mücadelelerin teorik zeminini kurmuş yazdıklarında. Afrika’dan Latin Amerika’ya birçok insanın politik bilincini değiştirtirmiş. Edward Said’in Oryantalizm kitabı Batı’nın Doğu’ya bakışını, güç ilişkilerini ve bilgi üretimindeki iktidarı sorguladı. Birçok insan için akademik ve politik bir uyanış noktası oldu. George Orwell’in 1984’ü totalitarizme dair güçlü bir edebî kurgu olmasına rağmen, birçok insanın politik ve kişisel bilinçlenmesinde kırılma yarattı...

Bütün bunların bende biriktirdiklerine ‘Ora’dan hevallerimin Mazlum Doğan’ın kaleme aldığı Manifesto karışınca bende yolumu bulmuştum artık. Bundan sonra da sizden bulduğum bütün kitap ve yazdığınız makaleleri okumaya devam ettim...Sonra birgün kendimi Ankara Ulucanlar Cezaevinde, sizin de olduğunuz kağuşta buldum kendimi. Ankara DAL’dan geçen iki haftadan sonra sizi görmek ne iyi gelmişti bana. Siz yazdıklarınızdan, bende okuduklarımdan oradaydım. Bundan daha güzel yazar okur buluşması olabilir mi? Ranza arkadaşı da olmuştuk. Gözlerim hep sizin masanızda biriken gazete, dergi ve kitaplardaydı. Agos gazetesini ilk sizin masanızda görüp okumuştum. Her günün sabahında bizden erkenden uyanır, kapıların açılması ile kendinizi havalandırmaya ilk siz atardınız. Sabahın bu voltalarında sizinle gündem tartışmak/güne girmek insana bir zenginlik katıyordu.

Sonrasında yollarımız Bursa Özel Tip Cezaevinde çakıştı. Devlet ‘zararlı’ bilgilerinizden öğrencilerinizi korumak için sizi içeride tutmaya devam ederken, içerideki öğrencilerinizden birisi olarak sizden okumaya, öğrenemeye devam ediyordum. Bir bahar günüydü, havalar ısınmış, voltalar daha da canlı olmaya başlamıştı. Sabahın birinde sizi pantolonuzu diz kapaklarınıza kadar sıyırmış, havalandırmada çıplak ayak yürüdüğünüzü gördüğümde şaşkınlıkla; “Hocam ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda, “ne olsun, toprak bulduk üzerinde yürümenin keyfini çıkarıyorum” cümlenize ne çok gülmüştük.

Betonlarda insan en çok da doğaya karışmayı, patika yollarda yürümeyi özlüyor. Her türlü imkansızlık içinde meyve kabukları ve çürüklerinde çiçekleri için toprak yapan hevallerimiz de vardı. Müslüm’de onlardan birisiydi. Ancak bu topraklar aslı gibi olmuyordu, zaman zaman böcekleniyordu. Onun için fırsatını/güzel ve güneşli zamanları bulduğunda saksıları boşaltman ve içindekileri güneşe sermen gerekiyordu. O gün de öyle bir şey olmuştu.

Koçgiri uzak olduğundan bizimkiler ancak yılda bir defa ziyaterime gelebiliyorlardı. Gene bir gün böyle bir ziyarette annem bana; “Şu Beşikçi’den çok konuşuyorsan, çağırsan bir de ben görsem kendisini” dediğinde içeriye haber salmış ve sen geldiğinde seni annem tanıştırırken “işte Beşikçi hocam” demiştim. Annem ise olanca şaşkınlığı; “Hadi ya bu mu Beşikçi?” – devlet ile bu kadar uğraşan bir insan anneme göre en azında fiziki olarak devasa boyutlarda olmalıydı - dediğinde ne diyeceğimi bilememiştim. Siz ise içten bir tebessüm ile, “ evet benim o Beşikçi” demiştiniz. Annemin; “Anlat hele o zaman, sen ne yaptın ki devlet seni cezaevlerinden çıkarmıyor?” sorusuna “ben kitap yazıyorum” demiştiniz. Ancak annem buna hiç ikna olmamıştı. Her zaman başka şeyler aramıştı. Oysa bilmiyordu, bir kitap, bazen de tek bir cümle o devleti sarsmaya yetiyordu. Bu doğrunun gücüydü.

Mahpusluğun bitip........

© Bianet