menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yapay zekâ balonu patlamak üzere mi?

9 0
03.07.2025

Yapay Zekânın Politik İnşası serimizin bu bölümünde, Aaron Benanav’ın Verso Books blogunda yayımlanan “Is the AI Bubble About to Burst?” (Yapay Zekâ Balonu Patlamak Üzere mi?) başlıklı yazısını, Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sizlere sunuyoruz. Bu metin aynı zamanda, yazarın Otomasyon ve İşin Geleceği[1] adlı kitabının Brezilya baskısı için kaleme aldığı önsözün çevirisidir.

Aaron Benanav, 2010’ların otomasyon ve kitlesel işsizlik korkularından günümüzün üretken yapay zekâ çılgınlığına uzanan çizgide, tekno-iyimser anlatıların ekonomik gerçeklerle nasıl çeliştiğini yazısında gözler önüne seriyor ve teknolojik ilerlemenin bir refah patlaması yaratmaktan ziyade, yapısal durgunluk, vasıfsızlaşma ve artan gözetim gibi sorunları nasıl derinleştirdiğini ortaya koyuyor. Benanav’a göre asıl mesele, yapay zekânın bize ne yapacağı değil, toplumlar olarak bizim teknolojiyle ne yapmayı seçeceğimizdir. Metin, teknolojik determinizme karşı kolektif iradeyi ve siyasi mücadeleyi öne çıkaran bir uyarı niteliği taşıyor.

Otomasyon ve İşin Geleceği kitabının ilk baskısından bu yana geçen yıllarda, popüler hayal gücünü yeni bir teknolojik coşku dalgası sardı. Bu defaki itici güç, OpenAI, Google DeepMind ve Meta gibi şirketlerin öncülük ettiği, üretken yapay zekâ alanındaki hızlı ilerlemeler oldu. Silikon Vadisi yöneticilerinden önde gelen yatırımcılara ve gazetecilere kadar uzanan bir koro, çağ açan bir değişimin eşiğinde olduğumuzda bir kez daha ısrar ediyor.

OpenAI’ın CEO’su Sam Altman, yapay zekânın iklimin onarılması, uzayın kolonizasyonu ve fizik yasalarının bütünüyle keşfedilmesi gibi devasa sorunları çözeceğini iddia ederek evrensel bir refah çağına geçiş sözü veriyor. Tesla ve SpaceX’in arkasındaki milyarder girişimci Elon Musk, yapay zekânın hem insanlık için en büyük varoluşsal tehdidi hem de hayal bile edilemeyecek bir bolluğa giden yolu temsil ettiği uyarısında bulunarak 2040 yılına gelindiğinde insansı robotların sayısının insanları geçeceğini öngörüyor. Netscape’in kurucu ortaklarından olan ve şimdilerde Silikon Vadisi’nin önde gelen yatırımcılarından biri olarak hizmet veren risk sermayedarı Marc Andreessen, yapay zekânın dünyayı kurtaracağını ilan ediyor. Liberal yorumcu ve Vox’un kurucu ortağı Ezra Klein ise son kitabı Abundance’ta (Bolluk) otomasyon-ütopya anlatısının daha yumuşak bir versiyonunu sunarak, teknolojik ilerlemeyi hızlandırmak için yasal engellerin kaldırılması ve Ar-Ge’ye daha fazla devlet desteği verilmesi çağrısında bulunuyor.

Ancak tüm yeniliklerine rağmen bu tahminler çarpıcı bir şekilde tanıdık geliyor. Bu kitapta eleştirdiğim otomasyon söyleminin güncellenmiş bir biçimini, teknolojinin insan yaşamını özerk bir şekilde yeniden şekillendirdiğini hayal eden, ancak teknolojik değişimin gömülü olduğu toplumsal yapıları gözden kaçıran kalıcı bir anlatıyı tekrarlıyorlar.

Bugünün yapay zekâ söyleminin merkezinde, emek piyasasındaki bozulma ve teknolojik işsizlik hakkında bir dizi çarpıcı iddia yatıyor. 2023 yılında, OpenAI ve Pennsylvania Üniversitesi ile bağlantılı araştırmacılar, işçilerin görevlerinin yüzde 49’unun büyük dil modellerine maruz kaldığını iddia eden bir çalışma yayımladılar ve eğitimden hukuk hizmetlerine kadar çeşitli sektörlerde işin yakın zamanda bir dönüşüm geçireceğini öne sürdüler. Bu tahmin, Carl Benedikt Frey ve Michael Osborne’un, ABD’deki işlerin yüzde 47’sinin makine öğrenmesi teknolojilerine karşı savunmasız olduğunu öngörerek daha önceki bir otomasyon kaygısı dalgasını ateşleyen 2013 tarihli bir makalesini doğrudan güncelliyor. O zaman da şimdi olduğu gibi, otomasyon teorisyenleri, makinelerin milyonlarca mesleği gereksiz kılacak kadar çok sayıda insan görevini yerine getirebilecek kapasiteye ulaşacağı ve emek piyasasında eşi benzeri görülmemiş bir çöküşü tetikleyeceği bir kırılma noktası hayal ettiler.

Önceki tahmin dalgasının akıbetini hatırlamakta fayda var. Frey ve Osborne’un makalesinin 2013’te yayımlanmasının ardından, gazetecilik ve politika çevrelerinde bir yorum dalgası yükselmiş ve kitlesel teknolojik işsizlik uyarısında bulunulmuştu. Ancak 2013 ile Otomasyon ve İşin Geleceği kitabını 2020’de tamamladığım zaman arasında böyle bir emek piyasası felaketi gerçekleşmedi. Artan şüphelerle karşı karşıya kalan OECD, 2017’de Frey ve Osborne’un yöntemlerini yeniden analiz ederek işlerin sadece yaklaşık yüzde 14’ünün yüksek otomasyon riskiyle karşı karşıya olduğu sonucuna vardı ki bu, kamuoyunun dikkatini çeken orijinal yüzde 47’lik rakamdan oldukça farklıydı.

Fakat bu düşürülmüş tahmin bile aşırı uçta kaldı. 2020’ye gelindiğinde, otomasyona en savunmasız olduğu düşünülen mesleklerin birçoğunun -yiyecek hazırlama, makine operatörlüğü, şoförlük ve diğer kol emeği isteyen veya tekrarlayan işler vb.- önemli istihdam düşüşleri görmediği açıkça ortaya çıktı. Çoğu durumda, bu sektörlerdeki istihdam aslında arttı. Finansal krizin ardından gelen yıllar, bir teknolojik işsizlik dalgası başlatmak yerine, cılız emek piyasası genişlemesi ve derinleşen ekonomik durgunluk ile damgalandı. Özellikle ABD imalat sanayindeki üretkenlik artışı yatay seyretti ve 1960’larda kayıtların başlamasından bu yana kaydedilen en düşük seviyesine geriledi. Görünen o ki, otomasyon devrimi bir türlü gerçekleşmemişti.

Bu tahminlerin başarısızlığı tesadüfi değildi. İşin geleceğini tahmin etmek için kullanılan yöntemlerdeki temel kusurları yansıtıyordu. Ne 2013 çalışması ne de 2023’teki ardılı, projeksiyonlarını gerçek işyerleri, işçiler veya üretim süreçlerine yönelik ampirik araştırmalara dayandırmadı. Bunun yerine, her ikisi de, belirli görevlerin prensipte makineler tarafından yapılıp yapılamayacağını tahmin etmeleri istenen bilgisayar bilimcileri ve ekonomistlerin subjektif yargılarına dayandı. Bir işle ilişkili görevlerin yeterli bir kısmı -genellikle yüzde 50’den fazlası- otomatikleştirilebilir kabul edilirse, tüm meslek ortadan kalkma riski altında olarak sınıflandırılıyordu. İşlerin pratikte nasıl yapılandırıldığına, görevlerin nasıl bir araya getirildiğine veya ekonomik ve toplumsal faktörlerin yeni teknolojilerin benimsenmesine nasıl aracılık ettiğine dair hiçbir değerlendirme yapılmadı. Sonuç, makinelerin maliyet, kurumsal engeller veya siyasi direniş ne olursa olsun, teknik olarak mümkün olduğunda işçilerin yerini alacağı, son derece mekanik bir teknolojik değişim modeliydi. Bu, işin örgütlendiği, mücadele edildiği ve dönüştürüldüğü karmaşık yolları görmezden gelen bir modeldi ve bu nedenle ekonomik gelişmenin gerçek seyrini tahmin etmekte tek kelimeyle yetersizdi.

Otomasyonun son on yıldaki etkilerinin gerçekliği, tahmin edilenden çok farklı görünüyor. Milenyumun başında zaten yaygın olarak kullanılan sanayi robotları, başta otomobil üretimi olmak üzere az sayıda sektörde yoğunlaşmaya devam etti. Otomasyonun hızlanacağının kanıtı olarak sıkça gösterilen robot donanım maliyetlerindeki düşüşe rağmen, asıl masraf robotları satın almakta değil, onları üretim sistemlerine entegre etmekte yatıyordu. Sanayide kullanılan robotları programlamak, optimize etmek ve bakımını yapmak, genellikle makinelerin kendisinden üç kat daha pahalıya mal oluyordu, bu da yalnızca son derece standartlaştırılmış ürünler üreten büyük firmaların yaygın kullanımlarını haklı çıkarabileceği anlamına geliyordu. Özelleştirilmiş, küçük partili üretimde uzmanlaşma eğiliminde olan küçük ve orta ölçekli işletmeler, otomasyon için çok az teşvik gördü.

Bu arada, sürekli vaat edilen hizmet sektörünün robotlaşması neredeyse hiç görülmedi. Robot dağıtımını izleyen istatistik kurumları, bunu neredeyse sadece imalatta ölçmeye devam ediyor. En iyimser senaryolarda bile, robotlar ağır parçaları taşımak, hassas kaynaklar yapmak, tekrarlayan lehimleme işlemleri gibi dar görevler için özelleşmiş araçlar olarak kaldı. 2010’lar, yeni bir sanayi devrimini müjdelemekten çok, otomasyonun ekonomiyi geniş bir ölçekte dönüştürme konusundaki sınırlarını ortaya çıkardı.

Otomasyonun sınırlarını anlamak, teknolojik değişimi, küresel ekonomiyi yeniden şekillendiren ve bu kitapta ayrıntılı olarak analiz edilen daha geniş yapısal eğilimler içine yerleştirmeyi gerektiriyor. 1970’ler ve 1980’lerden bu yana, kapitalist büyümenin tarihsel motoru olan sanayileşme, büyük ölçüde seyrini tamamladı. Onun yerine, OECD ülkelerindeki işçilerin yüzde 75 ila 90’ının şimdi istihdam edildiği hizmete dayalı bir ekonomi ortaya çıktı. Bazıları imalat işlerinin sadece küresel Güney’e taşındığını hayal ederken, gerçekte sanayisizleşme dünya çapında bir fenomen haline geldi ve Çin gibi ülkeler bile 2013’ten bu yana imalat istihdamında istikrarlı bir düşüş yaşadı.

İmalattan hizmetlere geçişin derin sonuçları var: Üretkenlik artışı tipik olarak hizmetlerde sanayi veya tarımdan çok daha yavaş. Eğitim, sağlık ve konaklama gibi hizmetler genellikle emek-yoğundur, makineleşmeye dirençlidir ve verimlilik kazanımlarını sınırlayan şekillerde insan etkileşimiyle şekillenir. Hizmetler istihdam ve üretimden daha büyük bir pay aldıkça, genel üretkenlik artış oranları yavaşladı. Zayıflayan demografik büyüme ve gelecekteki pazarlar için düşen beklentilerle birleştiğinde, bu eğilimler kronik bir ekonomik durgunluk ortamı yarattı -bu ortamda, ne kadar abartılırsa abartılsın, yeni teknolojiler bir zamanlar vaat ettikleri türden dönüşümleri üretmekte zorlanıyor.

Geçtiğimiz on yılın gösterdiği şey, işin ortadan kalkması değil, daha ziyade dönüşümüdür. Yeni teknolojilerin tanıtıldığı yerlerde bile, çoğu iş, değiştirilmiş biçimlerde de olsa varlığını sürdürdü. Dijitalleşmenin iş üzerindeki etkisine ilişkin çalışmalar, uyumun esas olarak meslekler arasında toptan geçişler yerine, meslekler içindeki görev yapılarındaki değişiklikler yoluyla gerçekleştiğini tutarlı bir şekilde göstermektedir. Otomasyon teorisyenlerinin varsayımlarının aksine, bir işin varlığının sona erdiği -görevlerin yüzde 50’sinin otomatikleştirilmesi gibi- belirgin bir eşik yoktur. Bunun yerine, işçiler uyum sağlar, roller evrilir........

© Bianet