İşbölümü, Genel Zekâ ve Denetim: Makine Çağı (2)
“İşbölümü, Genel Zekâ ve Denetim: Makine Çağı” serisinin ilk yazısında, kapitalist işbölümünün, zanaatkârın bütünlüklü ustalığını oluşturan kol ve zihin emeğini nasıl parçaladığını ve bu bilgiyi makinenin denetimine aktardığını incelemiştik. Bu yazıda ise sermayenin bu hamlesine karşı gelişen direniş hareketlerini ve işçi sınıfının, bu denetim mekanizmasına bir yanıt olarak, kendi bilgisini, kültürünü ve örgütlülüğünü kurma çabasını ele alacağız.
Makineleşmeyle birlikte sermayenin rasyonelleştirici ve vasıfsızlaştırıcı müdahalesi, ilk ve en doğrudan tepkiyi vasıflı zanaatkârların atölyelerinde doğurdu. Bu atölyelerde, kuşaklar boyu aktarılan “mesleğin sırları” yalnızca teknik bir beceri değil, aynı zamanda bir topluluğun “ahlaki ekonomisini” ve yaşam biçimini tanımlayan kolektif bir mülkiyetti. İşte bu “ahlaki ekonomi”yi savunma mücadelesi, Luddist hareketin eylemlerinde ilk ciddi ve örgütlü karşılığını buldu.[1] Genellikle teknoloji düşmanı, irrasyonel bir güruh olarak karikatürize edilen Luddistler, aslında son derece belirgin hedefleri olan bir direniş hareketiydi. Onların mücadelesi, makinenin kendisine değil, zanaatlarının kalitesini düşüren, ücretleri baskılayan ve vasıflı emeği değersizleştiren “adaletsiz kullanımına” karşıydı.[2] Bu hedeflerin başında, “geniş örgü çerçeveleri” (wide stocking frames) geliyordu. Bu makineler, vasıflı bir zanaatkârın bir giysiyi doğrudan şekline göre ördüğü geleneksel ve ustalık gerektiren yöntemi terk ediyordu. Bunun yerine, geniş kumaş tabakalarını hızla üretiyor ve bu tabakalar daha sonra genellikle daha az vasıflı işçiler tarafından kesilip kabaca dikilerek “cut-ups” olarak bilinen kalitesiz ve dayanıksız ürünlere dönüştürülüyordu. Bu yöntem, hem ustanın yıllar içinde edindiği zanaat bilgisini bir anda anlamsızlaştırıyor, hem de piyasayı düşük kaliteli mallarla doldurarak ücretleri aşağı çekiyordu. Dolayısıyla, Luddistlerin bu belirli makineleri kırması rastgele bir şiddet değil, zanaat bilgisini ve topluluk standartlarını korumaya yönelik son derece bilinçli bir eylemdi. Eric Hobsbawm’ın belirttiği gibi bu, sendikaların yasadışı olduğu bir dönemde “isyan yoluyla kolektif pazarlık” yapma biçimiydi.[3][4][5]
Luddistlerin daha doğrudan eylemlerinin yanı sıra, yeni kurulan zanaatçı birlikleri (sendikaları) bu bilgi ve otonomi mücadelesini daha kurumsal bir zemine taşıdı. Bu birliklerin temel amacı, “mesleğin sırlarını” korumak ve emek piyasasını kontrol altında tutmaktı.[6] Bunu yapmanın en etkili yolu, çıraklık sistemi üzerinde sıkı bir denetim kurmaktı. Belirli bir hizmet süresi (genellikle yedi yıl) ve usta başına düşen çırak sayısına getirilen kısıtlamalar gibi kurallar, mesleğe girişi kontrol ederek hem işin kalitesini hem de vasıflı işçinin pazarlık gücünü korumayı amaçlıyordu.[7] Bu, sermayenin emeği kolayca değiştirilebilir, vasıfsız birimlere bölme çabasına karşı, bilginin kolektif mülkiyetini savunma mücadelesiydi.
Zanaatkârların atölyelerdeki savunmacı mücadelesine karşılık, fabrikaların ve şehirlerin yeni proletaryası farklı bir mücadele alanı açıyordu: siyasi bilinçlenme amacıyla kendi kendini eğitme, yani otodidaktizm. Bu, yalnızca bireysel bir aydınlanma çabası değil, aynı zamanda siyasi bir yeniden silahlanma projesiydi.[8] Bu yeni mücadelenin temelini ise, orta sınıf reformcuların Mekanik Enstitüleri (Mechanics’ Institutes) ve Faydalı Bilginin Yayılması Cemiyeti (Society for the Diffusion of Useful Knowledge) gibi kurumlarla yaymaya çalıştığı denetimli bilgi modelinin bilinçli olarak reddedilmesi oluşturuyordu.
1820’lerde George Birkbeck gibi aydınların öncülüğünde kurulan Mekanik Enstitüleri, işçilere temel bilimler, matematik ve mekanik öğretmeyi amaçlıyordu. Sözümona amaç, işçilerin teknik becerilerini artırmaktı. Ancak bu kurumlar, siyasi tartışmaları kesinlikle yasaklıyor ve ders programlarını sanayinin ihtiyaçlarına göre şekillendiriyordu.[9] Benzer şekilde, Lord Brougham gibi Whig Partisi siyasetçilerinin kurduğu Faydalı Bilginin Yayılması Cemiyeti de Penny Magazine gibi ucuz yayınlar aracılığıyla işçi sınıfına “faydalı bilgi” sunuyordu. Bu “faydalı bilgi”; genellikle egzotik hayvanlar (armadillo gibi), “uzak coğrafyalar”, basit fizik kanunları, ahlaki hikâyeler ve politik ekonominin işçileri mevcut düzene ikna etmeye yönelik versiyonlarından oluşuyordu. Özellikle Malthusçu nüfus teorisi, yoksulluğun sermayeden değil, işçilerin kendi “ahlaki zaaflarından” ve “kontrolsüz üremelerinden” kaynaklandığını ima ederek sıkça işleniyordu.[10] İşçiler için bu kurumlar, kendilerini daha uysal, itaatkâr ve verimli işçiler yapmayı hedefleyen bir toplumsal denetim projesinden başka bir şey değildi. Onların aradığı, bu bilgiye karşı, içinde bulundukları sömürü düzenini anlamalarını ve ona karşı mücadele etmelerini sağlayacak olan “gerçekten faydalı bilgi” idi.[11]
Bu arayış, dönemin işçi sınıfı otobiyografilerinde canlı bir şekilde yankılanır. Çartist lider William Lovett, “ekmek, bilgi ve özgürlük arayışını” hayatının merkezine koyarken, bir başka lider Thomas Cooper, yoksulluk içinde kendi kendini eğiterek hareketin en ateşli hatiplerinden biri hâline geldi.[12] Dokumacı Samuel Bamford ise, hükümetin yolsuzluklarını ve ağır vergileri acımasızca eleştiren William Cobbett’in Political Register’ını okumanın, kendi sefaletini anlamlandırmasını ve onu siyasi eyleme yöneltmesini nasıl sağladığını anlatır.[13]
Bu otodidaktların kitaplıkları, radikal düşüncenin bir kanonunu oluşturuyordu. Thomas Paine’in İnsan Hakları, doğal haklar ve temsili demokrasi üzerine yaptığı vurguyla temel bir metin hâline gelmişti. C.F. Volney’in Yıkıntılar’ı ise, din ve devlet eleştirisiyle Çartistlerin “kâğıttan panteonunda” yerini almıştı.[14] Ancak bu temel metinlerin 1830’lar Britanya’sında geniş kitlelere ulaşmasının önünde büyük bir engel vardı: Hükümetin “bilgi üzerindeki vergiler” olarak bilinen damga pulu vergisi. Bu vergi, gazetelerin fiyatını yapay olarak yüksek tutarak radikal fikirlerin işçi sınıfına yayılmasını engellemeyi amaçlıyordu. İşte bu baskıya karşı tarihe “Damgasızlar Savaşı” olarak geçen, kitlesel bir sivil itaatsizlik hareketi başladı. Henry Hetherington gibi cesur yayıncıların öncülük ettiği The Poor Man’s Guardian (Yoksulun Koruyucusu) gibi yasadışı gazeteler, bu yasaya meydan okuyarak damgasız basıldı. Sadece bir peniye satılan bu yayınlar, yüzlerce yayıncı ve satıcının hapis riskini göze aldığı bir mücadeleyle on binlerce okura ulaştı. Bu mücadele, radikal düşüncelerin yayılması için hayati bir kanal açarak, ilerleyen yıllarda kitlesel bir halk hareketine dönüşecek olan Çartizmin entelektüel altyapısını hazırladı.
Radikal metinlerin on binlerce insana ulaşması, mücadelenin yalnızca ilk adımıydı. Asıl mesele, bu fikirleri yorumlamak, tartışmak ve kolektif bir siyasi eyleme dönüştürmekti. Bu nedenle öğrenme, nadiren tek başına yapılan bir eylemdi; işçiler, kendi kontrol ettikleri mekânlarda ortak bir öğrenme süreci inşa ettiler. Christopher Radcliffe’in belirttiği gibi, bu sürecin kalbinde yer alan Karşılıklı Gelişim Dernekleri (Mutual Improvement Societies), orta sınıfın tepeden inmeci hayırseverliğiyle kurulan Mekanik Enstitüleri’nin aksine, “işçiler tarafından, işçiler için” yaratılmış kurumlardı. Bu dernekler, yöneticilerini seçimle belirleyen ve kendi kurallarını oylayan yapılarıyla kendi başlarına birer demokrasi okulu işlevi görüyordu. Üyeler burada sadece hitabet ve münazara gibi beceriler kazanmıyor, aynı zamanda Thomas Paine’in siyasi teorisinden din........© Bianet
