Köylerin külleri, profesörün kelimeleri: Doğum ve kül
Köy, gecenin tam ortasında alev alev yanıyordu. Gökyüzü kırmızı, toprağın üstü siyah bir örtüyle kaplanmış gibiydi; her şey hem yaşamı hem ölümü aynı anda yutuyordu. Duman, bacalardan değil, duvarların arasından sızıyor, evlerin çatısından yükselen çıtırtılar karla karışıyor, göğe çırpınan alevlerle birlikte bir ölüm senfonisi yaratıyordu.
Kadın, yangından kaçarken evin kapısından sürüklenmiş, karın soğuk ve ıslak zeminine düşmüştü. Karnındaki çocukla birlikte sancılar içinde kıvranıyor, her adımda toprağın buz gibi soğuğu nefesini kesiyor, sancıyı dayanılmaz kılıyordu. Ev yanıyor, askerlerin bağırışları ve bot sesleri geceyi delip geçiyordu.
Dışarıda, karların üstünde, annenin elleri karla kaplanmış, vücudu donmuştu; ev yok olmuş, kapılar kırılmış, ateş her şeyi sarmıştı. Kadın, hayatta kalmak ve doğurmak için tüm gücünü toplamaya çalıştı; ama karın sertliği ve dumanın boğuculuğu, sancıların en şiddetlisine dönüştü. Bir çığlık attı ve o çığlık, hem doğumun hem de köyün son çığlığına karıştı.
Bebek, karın üzerine düşen ilk nefesiyle hayata merhaba dedi. İlk ağlaması, köyün son çığlığıyla birleşti; bir yanda yaşam, bir yanda ölüm… Annesi, karın ve dumanın birleştiği ortamda fazla dayanamayıp, sancıların ve soğuğun etkisiyle yaşamını yitirdi.
O gece, köy yanmış, anneler ölmüş, çocuklar öksüz kalmıştı. Ama Leyla Rona, hem bir trajedinin hem de bir direncin simgesi olarak doğmuştu. Karın ve ateşin ortasında, kül ve yaşam iç içe geçmişti; köyün son çığlığıyla birlikte Leyla’nın ilk ağlaması da göğe yükselmişti.
Yıllar geçti. Köyden geriye taş, dumandan lekelenmiş taş, taşın üzerinde paslı bir mermi kabuğu kaldı. Aile Diyarbakır’a sürüklendi. Suriçi’nin dar sokaklarında, eski taş evlerin gölgesinde büyüdü Leyla. Akrabaların yardım eliyle barındılar; açlık, yoksulluk, horlanma ile yoğruldular. Babası, köydeki eşini kaybettikten sonra tekrar evlendi. Evde yeni bir kadın, yeni bir düzen; ama yüreklerde eski bir yas.
Leyla’nın çocukluğu, Suriçi’nin taşlarında misket sesiyle değil, patlayan ses bombalarıyla geçti. 2015’te, barış umutları yerle bir olduğunda, yeniden çatışma girdi hayatlarına. Ve bu defa, Leyla’nın abisini aldı. Sur’un taş sokaklarında gövdesi yere düştü, kanıyla birlikte barış da oracıkta kurudu.
Bir kez daha göç. Bu defa İstanbul’a. Tarlabaşı’nın paslı balkonlarına, rutubetli odalarına sığındılar. Şehir, büyük ama kalpsizdi; gürültülü ama sağırdı. Leyla, o sessizlikten, o yoksulluktan, o yasın küllerinden yükseldi. Okudu, direndi, kazandı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Avukat oldu.
Ama masa başında sözleşme yazan bir avukat değil. O, faili meçhullerin, köy boşaltmalarının, kayıpların avukatı oldu. Mahkemelerde konuştu, dosyalarla uğraştı. Ve her dilekçesinde annesini, abisini, köyünü yazdı aslında.
Sonra bir gün, ekranlardan bir ses çarptı yüzüne. Ağırbaşlı, devletin kadim aklını temsil eden bir ses: İlber Ortaylı. Dicle ile Fırat arasındaki boşalan köylere Uygur bölgesinin Türklerini yerleştirmekten bahsediyordu. Soğuk, teknik, sanki taş üstüne taş koymaktan söz eder gibi.
Leyla, o an yerinden kalkamadı. Başına çivilenmiş gibiydi. Zihninde hızlı bir film şeridi döndü: Annesinin doğum sancısı, köyün ateşe verilişi, abisinin ölümü, Sur’un yıkılışı, Tarlabaşı’nın dar odaları, adliye koridorlarının soğuk duvarları. Ve şimdi, bir profesör, bütün o hayatı, bütün o ölümleri, bütün o göçleri bir kalem darbesiyle siliyor, üstüne yeni bir halk yerleştiriyordu.
Bir insanın ömrü, bir halkın yası, bir çocuğun ilk çığlığı… Hepsi “boşalan köyler” diye anılıyordu artık.
Leyla o an anladı: Ateş sadece askerlerin silahından çıkmıyor, bazen de aydınların dilinden dökülüyordu.
Bugün… Yeni bir çözüm sürecinden söz ediliyor. Barış mı? Belki. Ama Leyla biliyor: Eğer geçmişin yangınlarıyla yüzleşilmezse, bu barış da yeni bir kıvılcımla kül olabilir.
Köyler yakıldı, şehirler yerle bir edildi, binlerce insan mezarsız bırakıldı. Ve şimdi aynı zihniyet, başka maskelerle, barış masasına oturmuş gibi yapıyor. Leyla, dosyalarının arasında otururken düşünüyor:
“Bu topraklarda gerçekten barış olacaksa, önce yangınların adını koymak gerek. Yoksa birileri köyleri ateşe verir, birileri de sözleriyle o ateşi harlar. Bizimse elimizde yine sadece kül kalır.”
Ve o an, annesinin karlar üstünde doğurduğu çocuğun çığlığı, Leyla’nın içinden bir kez daha yankılanır. Bu kez bir çığlık değil, bir çağrı gibi: Yüzleşmeden barış olmaz. (CE/TY)
Muğla’nın Datça ilçesinin sahilinde görülen fok,........
© Bianet
