menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hangi tarih bitmiş sayılır ya da 1 Mayıs günlerinde Atina

18 0
previous day

Atina’ya iniyoruz. Arkadaşımızın yaşadığı işgal evine doğru yol alıyoruz. Önümüzdeki bir hafta boyunca evimiz olacak bu işgal edilmiş konutlar, dayanışma ve özyönetim pratikleriyle yaşayan bir mahalleye dönüşmüş durumda bugün. Dışarıdan bakıldığında ilk olarak yıpranmış duvarlar ve uzun yılların izleri göze çarparken içeride çok dilli meclisler, kolektif örgütlenme ve dayanışma gündelik yaşamı kuruyor. Zaman zaman polis operasyonları ve tahliye tehditleriyle karşı karşıya kalsa da buradaki yaşam her gün inat ve ısrarla yeniden kuruluyor.

Eşyalarımızı eve atıp kendimizi sokağa bırakıyoruz. Burada, bu siyasi iklimin içinde, otobüsler bize ücretsiz. Sohbetin çoktan koyulaşmaya başladığı masaya ulaştığımızda bizi, tanımadığımız ama yoldaşça gülümseyen yüzler karşılıyor. “Interpol’den çağrılanlar”, çiğ soğan ısıranlar, Almanya’dan sekip mutluluğu Atina’da bulanlar, “siyasi serseriler”... İlk bakışta beş benzemezler gibi görünsek de aslında aynı coğrafyanın, aynı siyasi iklimin yoğurduğu insanlarız. O akşam ve sonrası, gittikçe artan bir dayanışma hissiyle, hiç sönmeyen bir öfke ve derin bir hüznün iç içe geçtiği koyu sohbetlerle akıp gidiyor. Gece eve dönerken, “ev arkadaşımızla” yokuşu tırmanıyoruz. Bu şehir, zaten her anlamda tırmanışlara teşne.

Atina, sosyal medya fenomenlerinin cilalı fotoğraflarına sığdırılamayacak kadar katmanlı ve sert bir şehir. Ertesi gün Monastıraki’de metrodan indiğimiz anda tüm haşmetiyle tepeden bize bakan Akropol, elbette büyüleyici. Ancak bu antik miras, şehrin yaşayan ve direnen tarihiyle birleştiğinde anlam kazanıyor. Akropol’ün siluetini korumak için çıkarılan yasalarla onu gölgede bırakacak binaların yapımının yasaklanması, şehrin hafızasını koruma mücadelesinin bir parçası gibi görünüyor ilk anda. Oysa asıl mesele daha karmaşık. Şehrin tarihi dokusu bir yandan korunmaya çalışılırken öte yandan “satılabilir” bir şehir imajı oluşturulmasına hizmet ediyor.

Sergio ile buluşmak için Lacandona’ya doğru yürüyoruz. Lacandona kooperatif market-kafe, Yunanistan ve dünyanın dört bir yanındaki küçük üreticilerin ve kooperatiflerin ürünlerini adil ve dayanışmacı ilkeleri hayata geçiren El Puente, Libero Mondo, Altromercato ve Sin Allois gibi tedarikçilerden temin ediyor. Zaten içeri girer girmez, raftaki ürünler, ilgimizi çeken yayınlar ile içimizi “bizimkiler” hissi kaplıyor. Sergio’yu gelir gelmez Atina’ya dair soru yağmuruna tutuyoruz. Lacandona’dan çıktığımız soru maratonu şehir, müzik gibi rotalardan geçerek en son Atina’daki Filistin’le dayanışma ağlarına kadar geliyor.

Uzun ve derin sohbetimizin ardından işgal mahallemizdeki genel meclis toplantısına geçiyoruz: Yunanca, İngilizce, İspanyolca ve yer yer Türkçe konuşmaların birbirine karıştığı uzun bir tartışmada, çocuklarıyla mahalleden ayrılmış olan ama geri dönmek isteyen bir kadının talebi, gündemin merkezinde ve sonuç ne olursa olsun karar hep birlikte alınmalı. Uzunca süren tartışma, bir sonraki hafta tekrar konuşulmak üzere bağlanıyor ve diğer konulara geçiliyor. Bir yaşam alanını paylaşmak, hele de bunu eşitlikçi ve siyasi saiklerle yapmaya çalışmak beraberinde pek çok tartışmayı da getiriyor.

Ertesi güne, kaldığımız işgal “kompleksi”ni adımlayarak başlıyoruz. Burada, birlikte yaşamak ve üretmek için farklı araçlar da oluşturulmuş. İçeride kolektif fırın ve kolektif bir kafe var. Fırın pek çok yere ekmek sağlarken, kafe görevlilerin sırayla belirli günlerde açtığı bir sosyalleşme alanı. Bir sonraki durağımız ise başka bir mücadele mahallesi, Atina’nın antifaşist tarihini solumak isteyen pek çok kişinin buluşma noktası Eksarhia. Tüm Yunanistan’da olduğu gibi Eksarhia’da da göçmen nüfusunda bir azalma var. Göçmenlere yuva olan pek çok işgal evi polis tarafından güç kullanılarak boşaltılmış vaziyette. Miçotakis hükümetinin, mahallenin siyasi kimliğini ve hafızasını kazıma projesinin son halkası olan metro inşaatı ise mahallenin kalbini bir şantiyeye çevirmiş. Bir zamanların canlı Eksarhia Parkı, şimdi etrafı polis barikatlarıyla çevrili, üzerinde “Filistin’e özgürlük!” sloganlarının yer aldığı sacdan bir duvarla kaplı. Bu metal duvarlar, sadece bir inşaatı değil, aynı zamanda bir direnişi gizliyor.

Elbette direniş sadece polise ve devlete karşı değil; mahallenin ruhunu metalaştıran sermayenin sinsi “ehlileştirme” saldırısına karşı da veriliyor. Mantar gibi biten Airbnb evleri, “anarko-turizm” pazarlayan butik oteller ve steril hipster kahveciler, mahallenin siyasi dokusunu yutma tehdidi savuruyor. Bu boğucu ticarileşmeye inat, mahalle direniyor; soluğu kesildiğinde Strefi Tepesi’nin çam ağaçlı patikalarına çekilip nefes alıyor ve aldığı her nefesle, duvarlarına yeniden sesini kazıyor. Mahalle, eski gücünde olmasa da yeni yapıldığı belli olan grafitiler ve duvar yazıları ile hâlâ “ben buradayım” diyor, belki de o duvarlar aracılığıyla Katerina Gogou’nun dizelerini kulaklarımıza fısıldıyor:

“Bir sabah açacağım kapıyı
doğru dosdoğru ateşin üstüne
ve çıkacağım dünkü gibi tıpkı
'faşistler!' diye bağırarak
barikat kurarak ve taş atarak
elimde bir kızıl bayrak
yüksek tutarak parlasın diye güneşte.”

Adımlarımız bizi mahallenin yanı başındaki Politeknik Üniversitesi’ne götürüyor. Politeknik’in duvarları da bir an bile nerede olduğunuzu unutturmayacak bir yoğunlukta grafitiler ve sloganlarla kaplı. Albaylar Cuntası’na karşı 1973’teki öğrenci isyanıyla efsaneleşen bu mekân, bugün de aynı ruhu taşıyor. Altın Şafak tarafından katledilen antifaşist rapçi Killah P’nin dev grafitisi, üniversite bahçesine girenleri selamlamaya devam ediyor. Bu duvarlar faşizme karşı savaşanların, gençliğin ve öğrenci direnişinin tek bir zamana, tek bir isyana sığdırılamayacak kadar köklü bir hakikat olduğunun kanıtı gibi anlıyorsunuz.

1 Mayıs sabahındayız. Burası için 1 Mayıs Türkiye’deki, İstanbul’daki kadar sembolik bir anlama sahip değil. Politeknik Direnişi’nin yıldönümü olan 17 Kasım veya Alexis Grigoropoulos’un katledildiği 6 Aralık kadar büyük sokak eylemlilikleri genelde beklenmiyor. Sabah hazırlanıp evden çıkıyoruz. Hemen karşıdaki kahveciden 3 kahve kapıyoruz. Yunanistan’da fredo espresso popülerlikte frappenin yerini almış vaziyette. Karton bardaklarımızla dernek binasındayız. Hazırlıklar neredeyse tamam, gelecek son kişiler bekleniyor. Gaz maskeleri, biber gazına karşı maske ve sürmek için jeller dağıtılıyor. Uçlarına bayraklar bağlı kalın sopalar da hazır. Sloganlar eşliğinde yürüyüşe geçiyoruz.

Akademia’daki buluşma noktasına kadar sloganlar eşliğinde yürünüyor. Kuşlamalar ara sokaklarda havalara saçılırken bir anda küçük kortejimiz duruyor. Pankart unutulmuş. Ekibin fiili lideri konumundaki kadın arkadaşımız bu durumdan pek memnun olmuyor ve iki kişi pankartı almaya gönderiliyor. Gelişleriyle yola devam ediyoruz. İnişli çıkışlı rotamızda Eksarhia’da aramıza katılan başkaları da oluyor. Varış noktamızda kalabalıklar toplanmaya başlamış. Kara blok, farklı örgütler ve oluşumlar... Aşağı paralelde Yunanistan Komünist Partisi de var. Onların rotası, yolu farklı.

Tempi faciasının yıldönümü olan şubat ayında düzenlenen büyük ve kitlesel grevlerin rüzgârının 1 Mayıs’ı beklenen ölçüde ivmelendirmediğini görmek, bir anlık hayal kırıklığı yaratıyor. Ama kalabalığın içinde bir pankart dikkatimizi çekiyor: Burkina Fasolu göçmenler, renkli bayrakları ve gülen yüzleriyle, Thomas Sankara’nın mirasını taşıyan Ibrahim Traoré’nin posterlerini kaldırarak bizi selamlıyor. Bu an, mücadelenin enternasyonal ruhunu hatırlatıyor. Uzun bir bekleyişin ardından Syntagma Meydanı’nın etrafından yürüyerek yürüyüşü sonlandırıyoruz. Sonraki rotamız Kipseli’de bir kolektif mutfak. Küçük bir parkın içindeki bu mekân, çevredeki göçmenlerin ve yerel halkın buluştuğu, siyasetin lafta kalmayıp hayata geçtiği, dayanışmanın somutlaştığı bir nefes alma alanı.

Yine Eksarhia’dayız, bu sefer Alexis ve Berkin’in kardeşliğinin anıt köşesini görmeye gidiyoruz. Anıtı yerinde bulmak içimizi ferahlatıyor. Sanki Eksarhia dönüşürken o da kaybolacak gibi düşünüyor insan. Kardeşlik demişken, bu bağın en sembol isimlerinden Nikos Romanos’tan da söz etmek gerekiyor. Nikos, Alexis’in en yakın çocukluk arkadaşıydı ve 6 Aralık 2008’de polis kurşunuyla öldürüldüğü sırada onun yanındaydı. 2013 yılında bir banka soygunu suçlamasıyla tutuklanarak uzun yıllarını cezaevinde geçirdi. Cezaevindeyken dahi mücadelesini sürdürerek, eğitim hakkı için 2014’te başlattığı, 31 gün süren açlık greviyle kamuoyunun gündemine oturdu ve taleplerini kabul ettirdi. 2019 yılında tahliye edildikten sonra, geçtiğimiz kasım ayında, Ampelokipi’deki bir patlamanın enkazında, içinde silah bulunan bir torbada parmak izi bulunduğu iddiasıyla tutuklandı. Absürt olan şuydu ki, ne silahta ne de bölgedeki başka bir yerde Romanos’un izine rastlanmıştı. Bu hukuksuzluğa karşı Yunanistan’da sanat ve siyaset dünyası ayağa kalktı. Natassa Bofiliou, Phoebus Delivorias gibi onlarca sanatçı Nikos’a açık destek verdi, konserlerinde ve performanslarında onun için yazılan metinleri okudu.

“Tüm bir vagon yetmezken
Nikos Romanos için bir torba yetiyor”

Nikos Romanos Dayanışma Komitesi’nin organize ettiği ve geliriyle onun davasının yasal masraflarını karşılamayı amaçlayan dayanışma konseri sayesinde yolumuz Nikos Romanos ile kesişiyor. Ulaşımı çok kolay olmayan Goudi Park’ta yapılan konser alanına girer girmez kalabalık bizi şaşırtıyor. 25.000’den fazla kişinin katıldığını sonradan öğrendiğimiz konserde atılan “Tüm bir vagon yetmezken Nikos Romanos için bir torba yetiyor” sloganı, hem Tempi’deki tren faciasıyla devletin gerçekten hesaplaşmamasına gönderme yapıyor hem de Nikos’un sadece bir torbada bulunan parmak izi nedeniyle tutuklanmasına karşı bir tepkiyi ifade ediyor. Konserde Nikos’un babası Giorgos Romanos’un da sahne alarak devletin Tempi tren faciasındaki rolüne ve olayın örtbas edilmesine dikkat çektiğini öğrenmek, sloganın anlamını daha da derinleştiriyor.

Konser afişinde yer alan ve sahneye çıkan isimler arasında 0-100 Sereines, Vhta Peis, Dyo Miden Dyo Miden & DJ Unwound, Ethismos, Nio.Ste., Stixoima, Fiasko, Aeon, Novel 729, Sponty, Tiny Jackal ve Wezrap gibi rap ve hip hop dünyasının önde gelen isimleri bulunuyor. Etrafımızdaki onca insanın şarkılara aynı anda eşlik etmesi bizi derinden etkiliyor. Özellikle rap gibi bir formun doğrudan bir mücadele aracı hâline gelebildiğini ve siyasetle ne kadar güçlü bir şekilde iç içe geçebildiğini yeniden fark ediyoruz.

Atina’daki son günümüzü, bir türlü ayağımızın gitmediği en turistik kısımlara ayırıyoruz. Aşağıdan izlediğimiz Akropol hedef noktamız. Uzunca bir sıranın ardından nihayet Akropol’e vardığımızda ise kendimizi bir anda devasa bir selfie selinin ortasında buluyoruz. Bu “modern” manzarayla, antik dönemden bugüne uzanan bu mekânın tarihsel yükünü de düşünmeden duramıyoruz. Akropol, inşa edildiği dönemde dahi sadece bir tapınak değil, aynı zamanda Atina’nın Delos Birliği’nden topladığı vergilerle kurduğu bir imparatorluğun ve bir sınıfın gücünün simgesiyken, tarih boyunca yaşadığı tüm dönüşümlerde bu izi taşımaya devam ediyor. Köle emeğiyle inşa edilen, iktidarın ve eşitsizliklerin kalbi olan bu yapı, bugün de turizmin ve bireysel gösterinin bir sahnesine dönüşmüş durumda. Tarihin acımasız gerçeklerinin ve katmanlı sınıfsal yapısının bir anıtı olan yapı, artık binlerce kişinin fotoğraf konağı olarak varlığını sürdürüyor. Sıcağın ve kalabalığın etkisiyle çok fazla kalamadığımız tepeden yavaşça iniyor, bizimkilerle buluşmak için yola koyuluyoruz.

Dost sohbetleri için farklı mekânları geziyoruz. İkinci mekânda ekstra şanslıyız; müzisyenler yanı başımızda beliriyorlar. Uzun sohbetlerin ardından Akropol’ün tam karşısındaki Filopappos Tepesi’nde, biraz gecikmeli de olsa gün batımını yakalıyoruz. Aşağıda uzanan şehir, antik kalıntıları, beton blokları ve direniş noktalarıyla birlikte yavaşça ışıklara bürünüyor. Bir hafta boyunca bulunduğumuz yerlere yukarıdan son bir kez bakıyoruz, aklımıza İstos Yayınları’ndan çıkan S.E.L.E.N.A. romanı geliyor.

Roman, “küçük insanların küçük eylemlerini”, masalar değişse de dostlukları ısrarla sürdürmenin açabileceği imkânları anlatıyor, Atina başta olmak üzere Yunanistan’daki radikal geçmişe hayat veriyordu. Biz de kendi dost masalarımızı düşünüyoruz. Şanslıyız çünkü birçok masada zamanı ve mekânı arşınlayarak yer bulabiliyoruz kendimize. Ellerindeki kısıtlı imkânlarını bizimle hiç düşünmeden paylaşan dostlarımızla oturuyoruz. Gündelik hayatın farklılaştırdığı hâllerimiz, süregiden mücadelemize yakın biçimde hizalanıyor. Birazdan herkesin kalkıp gideceğinin bilincinde ama yine de umutluyuz, düne, yarına ve en çok bugüne kadeh tokuşturuyoruz. (BA/DS/TY)

13 Haziran gecesi saat 03.10’da İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, İsrail’in İran’a karşı önleyici bir saldırı başlattığını ve ülkede olağanüstü hâl ilan edildiğini duyurdu. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da saldırının hemen ardından, “Natanz’daki İran’ın ana uranyum zenginleştirme tesisini hedef aldık,” dedi.

İran, saldırının ilk saatlerinde büyük oranda sessiz kalırken, sonrasında füzelerle misilleme yaptı. Şu anda her iki tarafın saldırıları aralıklarla sürüyor.

Dr. Sayid R. Darati, 11 Haziran 2025 tarihinde bianet için yaptığımız söyleşide, “

© Bianet