menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Engelli Onur Ayı üzerine düşünmek: Kendimizle barışmak mı?

15 0
12.07.2025

“Engelimle barışık mıyım?” açıkçası bunun üzerine hiç düşünmedim. Niye düşünecektim ki? Kendi varlığımla, kişisel özelliklerimle ve çok duymak isteyenler için körlüğümle savaşmak ya da barışmak aklıma gelmedi. Arada kendisine sövsem de bu sövgünün nedeni körlüğüm değil onu bir engele çeviren mekanizmaydı. Zaten o çok zekice görünen ama kocaman bir damgadan ibaret olan “Engelinle barışıksın” muhabbeti de o mekanizmanın bir sonucu.

İnsanları sürekli yeti çeşitliliklerinden dolayı ötekileştirerek, sürekli onlara engeller yaratarak, insanların kendi olmasının önüne bariyerler koyarak insanları kişisel özelliklerine düşmanlaştırıyorlar. Adına sağlamcılık dediğimiz bu mekanizma bütün engellenmişliğin faturasını kişinin yeti çeşitliliğine kesiyor. Bunu da kişiye çok güzel kanıksatıyor. Tam da burada sakat hakları mücadelesinin ricalardan ve pozitif ayrımcılık üzerinden değil yeti çeşitliliklerinin savunulmasından geçtiğini düşünüyorum. Çünkü yaratılmış normal, yaşadığımız her şeyin kökeninde yer alıyor. Onunla mücadele etmeden hiçbir şey değişmez.

Biraz daha açıklayıcı olması açısından Erving Goffman’ın “Damga” kitabından şu pasajı alıntılamak isterim:

“Damgalı kişiden, yükünün ağır olduğunu ve bu yükü taşımanın onu bizden farklı kıldığını ima edecek hiçbir davranışta bulunmaması talep edilir; aynı zamanda kendisini bizden ona ilişkin bu inancımızı sancısız bir şekilde sürdürmeye imkân verecek derecede uzak bir mesafede tutmalıdır. Diğer bir ifadeyle damgalı kişiye hem kendi kendini hem de bizi gerçekten kabul ettiğini gösteren bir işaret vermesi tavsiye edilir; oysa biz bu kabulü kendisinden ta başından beri esirgemişizdir. Dolayısıyla hayalî bir kabulün, hayalî bir normalliğin temelini oluşturmasına izin verilir.”

İşte bizim derdimiz tam da bu hayali kabul ve hayali normal ile. Senelerdir burada gündelik taleplere hatta o taleplerin de pozitif ayrımcı taleplere sıkıştırıldığı “sizin kabul sınırlarınız içindeki makul sakatlarız” modunda bir tarza sıkışmış sakat hareketi düşünsel kanallarımızı da tıkadı.

Oysa dünyada 60’lardan itibaren sakat hareketi, sakatlık ideolojisi ve sakatlık kimliği üzerine tartışmalar filizlenmeye başladı. O tartışmalar sonucunda sosyal modelin de sınırlarını zorlayacak akımlar ortaya çıktı. Artık yaratılmış normal tartışılmaya başlandı. Bu süreç 1990’larda Engelli Onur Ayı’nın kabulünü sağladı.

Temmuz ayı artık Engelli Onur Ayı idi ve bu 2000’lerde daha geniş bir kapsama ulaştı. Burada Onur Ayı'nın binlerce insanın yeti yitimine neden olan Gorge Bush tarafından kabul edilmesi ya da “normali” yaratan sistemin de Onur Ayı'nı kullanmasını değil Onur Ayı'nın amacını ve nasıl kutlandığını önemsiyorum. Çünkü onun gerçek yaratıcısı, yeti çeşitliliklerini kendi özellikleri olarak kabul edip sağlamcı ideolojiyle kendi bedensel özelliklerine düşmanlaşmayan ve bunu inatla savunup Onur Ayı fikrini sisteme dayatan sakatlardır.

Bu aslında kendi gibi yaşama talebinin somut halidir. Zaten Engelli Onur Ayı’na dair haberlerde, röportaj yapan kişiler bunu farklı biçimlerde ifade ediyor.

Aslında bu soru birkaç yıldır tartışılıyor. Pandemi döneminde Engelsiz Erişim Derneği bünyesinde kurduğumuz Düşün Sorgula Üret kolektifinin sakatlık tartışmaları sırasında gündeme gelmişti. Nedenini hatırlamasam da üzerinde çok durulmadı. Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Trans Onur Haftası idi. Arkadaşım “Keşke engelliler de böyle bir Onur Haftası kutlasa ya da olanlara dahil olsa” demişti. Bayağı zihin açıcı bir sohbete dönüşmüştü bu öneri.

Sonrasında yine Düşün Sorgula’da Cavidan Soykan Hoca, Engelli Onur Ayı’nı gündeme getirdi. Elif Gamze Bozo’da kendi köşesinde bir yazıyla bu konuyu ele aldı. Sözün özü Engelli Onur Ayı'nın bu topraklarda da kutlanma zamanı geldi gibi hissediyorum. Ne şekilde olur bilmiyorum. Benim gönlümün istediği, gündelik taleplerimizi aşan ve sadece yeti çeşitliliklerimizi kabul ettirecek geniş kapsamlı ve kesişimsel bir etkinlikler bütünü. Belki bir miting, belki seminerler ya da başka tipte etkinlikler. Her gün, her yerde yaşadığımız engellenmişliğin nedenlerinin göz önüne serilebileceği bir çalışma.

Kitlesel engelli örgütleri kanıksanmış sağlamcılığı aşamıyor. En son Ankara’daki buluşma bunun ironik bir örneği oldu. Yıllar sonra kitlesel bir engelli eylemi olması ve KESK gibi emek örgütlerinin kitlesel katılımı açısından çok anlamlıydı ama kürsüde var olan şey 30 yıl öncesinin kanıksanmış sağlamcılığıydı. Bu sorun nasıl aşılır üzerine kafa yormak lazım ama umutsuz olmaya gerek yok. Farklı engel gruplarından sağlamcı kalıplara sığmayan ve kesişimselliği gözeten genç bir nesil var ve “Bir umudum sende anlıyor musun” dedirtiyor.

Ben de bunun özgüveniyle tüm engellileri ve ötekileştirilenleri bu konuya kafa yormaya davet ediyorum. Özel günleri hiç önemsemem ve sevmem ama bir şeyleri sorgulatmak için neden değerlendirmeyelim? Ayrımcılık ortadan kalkarsa onu kanıksatan özel günler de kalkar. O zaman Onur Ayı'na ihtiyaç duyulmayacak günlere kadar tüm engellilerin Onur Ayı'nı kutlarım.

(BS/GA)

Afganistan’da 1978’de yapılan devrimi bir takım reformlar takip etti. Kadınların örgütlenmesi, kadın hakları için mücadele daha güçlendi. Toprak reformu ile topraksız köylülere toprak verildi. Eğitim ve sağlık alanlarında yapılan düzenlemeler ile her ikisine erişim kolaylaştırıldı. Kız çocuklarının eğitime daha çok ulaşabilmesi hedeflendi. Reformlar toplumsal hayatı olumlu etkilemiş olmasına rağmen yeterince hayata geçirilemedi.

ABD’nin emperyalist çıkarları açısından Asya önemliydi. Sovyetler Birliği’nin burnun dibindeki Afganistan demokratik cumhuriyet rejimi hedefiyle yeni bir yola koyulmuşken, bir de Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içindeyken bu durum ABD’nin keyfini kaçırıp dikkatini oraya yoğunlaştırmasına neden oluyordu.

Aralık 1979’da itibaren Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi, siyasi açıdan etki alanını genişletmesi, devrimle başa gelen iktidarın gerici güçleri zayıflatan reformlar yapması ABD açısından kaygı vericiydi. Bu nedenle resmen Carter Doktrini olarak ilan edilen, kamuoyunda “Yeşil Kuşak” adıyla bilinen antikomünist stratejisini devreye soktu.

ABD’nin emperyalist çıkarları için Orta Doğu ve Asya’daki varlığını güçlendirmesi gerekiyordu. Sovyetler Birliği ile Orta Doğu ve Asya’da yürüttüğü komünizm karşıtı mücadelenin arkasında bu nedenler bulunmaktaydı.

ABD bölgeye İslam dini üzerinden girmeyi planladı ve bunun stratejisi olan Yeşil Kuşak Projesini devreye soktu. Pakistan’da ve Afganistan’da 43 farklı ülkeden topladığı cihatçı erkeklere yıllarca silah eğitim verdi. 1982’den 1992’ye dek 35 bin cihadist Afganistan ve Pakistan’daki kamplarda, medreselerde buluşturuldu, yan yana getirildi, örgütlenmeleri için olanak ve destek sağlandı.

Farklı ülkelerden gelen cihatçıların aralarında kurdukları iletişim ağları daha sonra dünyanın başına bela olacak radikal İslamcı cihadist çeteler ve örgütler kurmalarına neden olacaktı.

Tahminlere göre bu dönemde 100 binden fazla radikal unsur Pakistan ve Afganistan’a giderek ABD’nin kontrolü altında antikomünist mücadeleye katıldı. Demokratik Afganistan Cumhuriyeti’nin yerine mücahitlerin kurduğu radikal İslamcı Afganistan kurulur. Artık lafta ABD karşıtı olsa da pratikte ABD’nin çıkarları için ve onun stratejisi doğrultusunda savaşan on binlerce Radikal Müslüman savaşçı vardı.

ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi nedeniyle sadece Afganistan radikal İslamcılar tarafından yaşanamaz bir cehenneme (en çok da kadınlar açısından) dönüştürülmekle kalmadı, özellikle Orta Doğu bugünlere dek gelen savaşların, katliamların yaşandığı bölge olmaya devam etti. Afganistan’daki cihadist gruplar, El Kaide, IŞID, Suriye’deki HTŞ gibi radikal İslamcı örgütler ABD ve Batı’nın stratejileri ile desteklenerek güçlendirilmiş, kimi örgütler de bizzat ABD tarafından kurulmuş ya da kurdurulmuştu.

Soğuk Savaş döneminde ABD, İslam’ı bir araç olarak Sovyetler Birliğine karşı kullanma planını geniş bir coğrafyada devreye soktu. ABD’nin bu stratejisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından da döneme ve ihtiyaçlara uygun olarak, farklı adlandırmalarla sürdürüldü. Hala da devam etmekte.

ABD’nin Orta Doğu ve Asya’da sömürgeci çıkarları için Soğuk Savaş döneminde İslam’ı araçsallaştırması stratejisinde Türkiye’deki İslamcı yapılar ve unsular da etkili şekilde görev aldı. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin NATO üyesi olması idi. Diğer neden Türkiye’nin coğrafi konumu ve yanı sıra nüfusunun çoğunun Müslüman olmasıydı. Bir diğer önemli gerekçe ise Türkiye’deki İslamcı örgütlerin ve yapıların bölgedeki diğer İslamcı gruplarla aralarında bağların, etkileşimlerin olmasıdır. Böylece ABD kendisinin giremediği, etkileyemediği grupları etkilemesi için Türkiyeli İslamcıları kullanıyordu.

Fethullah Gülen başta olmak üzere siyasal İslamcı gelenekten gelen ya da gelmeyen siyasi birçok parti başkanı ve lideri Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD emperyalizminin çıkarları için çalıştılar.

Yine iktidarları döneminde İsrail ile en çok siyasi ve ticari antlaşmaları siyasal İslamcı iktidarların yaptığı sır değil.

Bu tutum bugün de devam etmekte. Siyasal İslamcılar için İsrail ile ticaret Gazze’nin yok edilmesi pahasına kârlı bir iş. Necmettin Erbakan’dan devamcılarına dek Yeşil Kuşak Projesi’nden destek alarak büyüyen İslamcı çevreler, tarikatlar az sayıda değil ve aktif olarak politikanın içinde gizli-açık çeşitli formlara bürünerek yer almaya devam ediyor.

Misyonunu tamamlayan Yeşil Kuşak Projesi 1990’lı yıllardan itibaren bir yandan yeni cihatçı örgütler oluşturularak, öte yandan Ilımlı İslam formuna dönüştürülerek yine ABD’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’daki çıkarları için şekillendirildi.

1990’lı yıllarda öne çıkartılarak yerellerde iktidara getirilen Refah Partisi “Adil düzen” sloganı ile Ilımlı İslam’ın en güzel örneğini sergiliyordu. Cihatçı, eli silahlı, ürkütücü siyasal İslam gitmiş, yerine yumuşatılmış, “ılımlılaştırılmış” İslam konmuştu.

Erbakan’ın Refah Partisi’nden istediği performansı alamayan ABD, Recep Tayip Erdoğan ve arkadaşlarına emperyalizmin, sermayenin, patriarkanın çıkarlarını daha iyi savunacak parti olan AKP’yi kurdurdu. AKP İslam toplumunu batı kapitalizmine daha fazla entegre etmeyi hedefleyen Ilımlı İslam Projesi’nin en başarılı uygulayıcılarından biri oldu, oluyor.

Gerek Erdoğan ve ekibi gerek son süreçteki koalisyon ortağı Devlet Bahçeli’nin MHP’si, ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturduğu Yeşil Kuşak Projesi kapsamında oluşturduğu, desteklediği siyasal güçlerin devamcıları. Hem Erdoğan hem Bahçeli 1950-60’larda Yeşil Kuşak Projesi kapsamında oluşturulan “Komünizmle Mücadele Derneklerinin” tedrisatından geçmiş siyasetçilerdir.

Kurucuları arasında Recai Kutan, Fethullah Gülen, Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi isimlerinde olduğu........

© Bianet