Ormanları kim yakıyor?
Irmakların akışı, ormanların nefes alışı ya da dağların sayısız canlıya hayat veren ihtişamlı kıvrılışı, "müşterekler" siyasetinin bir konusu olarak tartışılamıyor ne yazık ki. Kimseye ait olmayan fakat aynı zamanda herkese ait olan hava, su, orman, tohum, gıda gibi müşterek değerler, her nasılsa, bir tür "asayiş" meselesine dönüştürülebiliyor kolayca.
Doğal varlıklar, "milli servet" gibi tanımlarla ekolojik ilişkilerinden koparılarak sermaye için birer kaynağa indirgendiğinde, "milli servetlerini" korumaya çalışanların kavram setleri de buna göre biçimleniyor. Sınır tanımayan bitki örtüsü, tohumlar, böcekler, kuşlar, balıklar, sincaplar ya da bir bütün olarak "orman", politik ekolojik referanslardan bağımsız ele alınarak "vatan", "memleket" gibi göstereni olmayan, muğlak tanımlamalar içerisinde ele alınıyor. Ve bu muğlaklığa kaçınılmaz olarak komplocu bir bakış eşlik ederek ormanların savunulması bir "milli güvenlik" meselesine indirgeniyor.
Son günlerdeki orman yangınlarının neden olduğu devasa ekolojik yıkım, müşterekler siyasetinin bir tartışmasına dönüştürülemediği için bir tür faili, suçluyu bulma oyununa dönüştü. Böyle olunca da herkes kendi "öteki"sini failin yerine koyarak kafasındaki büyük boşluğu bu ötekiyle doldurmaya çalıştı. Oysa hiçbir faille dolamayan bu büyük boşluk daha kapsamlı ele alınmayı hak ediyor. Nicedir bunun adı da konmuş durumda: İklim krizi. Ancak hiç kimse bu dev yangınlar karşısında bile o tarafa bakmaya cesaret edemiyor. Çünkü bakılması gereken yönde failler içerisinde bir fail olarak kendi suretimiz bizi bekliyor belki de.
Bugün şehirlerden baktığımızda ormanların yandığını büyük bir endişeyle görüyor olsak bile, asıl yangının nerede olduğunu görmek için dağların tepesinden şehirlere de bakmak gerekir. Çünkü ışıl ışıl, gürültülü ama dumansız bir yangın bu. Işıklara ve seslere alıştığımız için duyamıyoruz onu. Dumanı termik santrallerin tepesinde, savaş ekonomilerinin göbeğinde, otoyollarda, gökdelenlerde, dev sitelerde, AVM'lerde ya da endüstriyel tüketimin kalbinde tütüyor. Failler, hep birlikte parmağını öte yana çeviriyor: O yaktı!
Peki ormanları kim yakıyor?
Orman yangınlarının en temel nedenlerinden biri olan kuru, sıcak ve rüzgârlı hava koşulları, bilimsel olarak iklim kriziyle doğrudan ilişkili. Özellikle bu tür hava koşullarının Akdeniz iklimi üzerindeki etkisi giderek belirginleşiyor. Ortalama küresel yüzey sıcaklıkları, 2025 yılı itibarıyla Sanayi Devrimi'nden bu yana yaklaşık 1,5°C artış sınırına dayandı. Artan sıcaklıklar, bitki örtüsündeki nemi hızla azaltarak ormanları daha yanıcı hale getiriyor, aynı zamanda buharlaşmayı artırarak kuraklıkların şiddetini ve sıklığını yükseltiyor.
Son yıllarda Akdeniz Havzası'nda görülen aşırı sıcak hava dalgaları ve azalan yağışlar, orman yangını riskini önemli ölçüde artırıyor. Yüksek sıcaklık farkları, atmosferdeki enerji dengesizliklerini tetikleyerek şiddetli rüzgârlara neden olurken bu rüzgârlar çıkan yangınların hızla yayılmasını kolaylaştırıyor ve kontrolünü zorlaştırıyor. Tüm bu faktörler birleştiğinde, ormanlar adeta bir barut fıçısına dönüşerek yangın riski katlanıyor. Bu yüzden her şeyden önce, ısrarla iklim krizini konuşmak gerek. İklim krizinin ise nedenleri artık apaçık ortada.
Yangınların en az dörtte birinin bakımsız elektrik hatlarından çıktığı belirtiliyor. Bunun temel nedeni de kâr amacıyla çalışan özel şirketlerin yeterli kaynak, personel ayırmaması sonucunda gerekli bakımların eksik kalması. Yani müşterek gözetim gerektiren unsurların özelleştirilerek bunlardan bireysel fayda yani kâr elde ediliyor oluşu hem yangınların hem de yaşadığımız diğer büyük krizlerin en temel nedenlerinden biri. Bugün elektrik hatları örneğinde olduğu gibi bu krizler değişik nedenlerle karşımıza çıkıyor gibi görünse de aslında hepsinin temel nedeni, müşterek gözetimin bir kâr unsuruna dönüştürülerek bireysel gözetime terk edilmesi. Başka bir deyişle hepimizin canı bundan çıkar sağlayan birkaç kişiye emanet ediliyor.
Özelleştirmenin bir başka etkisi de yangına müdahale kapasitesinin yetersizliğine yol açması. Yangın söndürme hizmetlerinin veya ilgili lojistik desteklerin yetersiz finansmanla karşı karşıya kalması, eğitimli personel eksikliği ve yetersiz teçhizat, yangınlara zamanında ve etkin müdahale edilmesini engelliyor. Bu durum, küçük çaplı bir yangının bile kısa sürede büyük bir felakete dönüşmesine zemin hazırlıyor. Önceden yangınlara karşı toplu gözetim, kolektif bilinç yani sayısız göz varken şimdi müdahale edilebilmesi için herkes birkaç gözün içine bakmak durumunda kalıyor.
Toplumda artan duyarsızlık, öfke ve umursamazlık genel bir dikkatsizliğe yol açıyor. Sadece ormanlar değil, şehir hayatı, sokaklar ve trafik de artık aynı derecede tehlikeli. Kimse müşterekleri, yani ortak değerleri ve “memleketi” kendine ait hissetmiyor. Bu aidiyet eksikliği, doğal alanlara karşı gösterilen özenin azalmasına da neden oluyor. Doğaya karşı bir düşman hukuku işletiliyor, doğa ötekileştiriliyor. “Çevre” adı altında doğa dışarıdaki bir nesneye indirgeniyor, hepimizi içeren, bize yuva olan bir “varlık” olarak değil, ya yağmalayacağımız bir “kaynak” ya da çöplerimizi boşaltabileceğimiz bir boşluk olarak görülüyor.
Doğadan kopuş aynı zamanda ona yeniden yakınlaşma ihtiyacını da büyütüyor. Fakat bu ihtiyaç yabancılaşmış biçimlerde karşılanıyor. Kontrolsüz piknikler, mangal kültürü, hobi bahçeleri, ormanların içerisinde yapılan siteler, doğayla bütünleşme ihtiyacının bir sonucu olsa da aslında doğamızdan daha da uzaklaşmamıza neden oluyor.
Fiziksel olarak eski doğal yerel kültürlerimizin yokluğunda “doğayla” kurduğumuz her yeni temas yeni riskleri doğuruyor. Yangınların önemli bir kısmı ormanın içindeki yerleşim alanlarında yapılan tadilatlardan, sigara izmaritlerinden ya da monokültür tarım uygulamalarından kaynaklanıyor. Ontolojik olarak doğanın dışına sürüklenmiş insan “doğayla” nasıl temas kuracağını artık hiç bilmiyor. Çünkü dikey ilişkilerin hüküm sürdüğü şehrin kültürüyle hareket ediyor.
Geçmişte köylüler, orman yangınlarına karşı önemli bir bilince ve müdahale yeteneğine sahipti. Ormanların dört bir yanında birer gözcü gibi konumlanmış çobanlar ve arıcılar yangınları ilk fark edenler olur, hızlı bir müdahaleyi gerçekleştirir ya da haber verirlerdi. Aynı zamanda keçilerin yaygın bir şekilde bulunuyor oluşu sayesinde kuru otlar baskılanır, ağaçlar budanmış olur, yangın riski doğal olarak kontrol altında tutulurdu.
Salma hayvancılık vesilesiyle kaynak sularının etkili bir şekilde bakımı gerçekleştirilir, sular göletlerde biriktirilir ve suyun yönetimi yerel düzeyde gerçekleştirilirdi. Merkezden bağımsızlık denetimi kolaylaştırır ve dış risklere karşı da ormanların korunmasını sağlardı. Aynı zamanda köylüler traktörler gibi araçlarla yangınlara kaynağında ilk müdahalede bulunabilirlerdi. Yangınlara karşı ortak bir gözetim, bir eylem hafızası vardı. Tarım uygulamaları da bunu gözetir nitelikteydi. Ekosistemlerin doğal koruyucusu olan geleneksel köylülük tasfiye edilince bu hafıza ve kültür de ortadan kayboldu. Ormanlar daha savunmasız hale geldi. Kentsel kültür ile doğa arasındaki bariyer ortadan kalkmış oldu.
Geçmişte ormancılık eğitimi ve orman memurlarının itibarı farklıydı. Hatta dağ köylerinden gelen öğrencilere orman mühendisliği bölümünde kontenjan veya ek puan ayrılırdı. Orman müdürlükleri de köylerden bekçi istihdam ederdi. Ormancılık yalnızca işletme odaklı değil, aynı zamanda orman varlıklarını gözeten bir yapıdaydı. Köylülük ve ormancılık birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görülür, orman köyleriyle orman işletme müdürlükleri daha eşgüdümlü işlerdi.
Köy muhtarlarının ve orman yetkililerin daha fazla inisiyatif alabildiği, caydırıcı etkilerinin olduğu, aynı zamanda ormancılık konusunda kültürel aktarımla süregelen bir bilincin var olduğu bir durum söz konusuydu. Geleneksel ormancılık uygulamalarıyla modern ormancılığın iç içe geçtiği koruma-kullanma dengesinin daha fazla gözetildiği bir işleyiş mevcuttu. Elbette geçmişte de çok fazla sorun vardı ancak ormanlar, hem geleneksel hem de kurumsal olarak piyasanın insafına bu denli terk edilmeden kolektif olarak gözetilirdi. Bugün tıpkı köylülük gibi bu ormancılık yaklaşımı da terk edildi. Diğer etkenlerle birlikte bu denetimsizlik ormanları patlamaya hazır bir barut fıçısına dönüştürdü.
Elbette böylesine kırılgan bir yapıdan faydalanmak isteyenler de olacaktı. Rantçılar, sabotajcılar ve fırsat kollayanlar hep vardı. Bugün yalnızca kâr mantığına teslim edilmiş bir sistemde rantçılar ve sabotajcıların sayısı artmakla kalmadı, aynı zamanda işleri de kolaylaştı. Denetimsizliğin yanında hukuksuzluk, hesap sormama kültürü, hatta bütün bunların adeta teşvik edilerek doğal bir olgu haline gelmesi, artan umarsızlıkla birlikte yangınları da körükledi.
***
Ormanların yanmasını yalnızca fiziksel bir olgu olarak değil, doğa ve kültür arasındaki dengenin kalıcı bir şekilde koptuğunu gösteren sembolik bir çığlık olarak da okumak lazım. Yukarıda sayılan unsurlar müşterek olarak gözetilmesi gereken ormanları birer barut fıçısına dönüştürüyor. Bugün ormanları kimin yaktığını güvenlikçi bir bakış açısıyla sorgulamak, gözlerimizi asıl faillerden, bu kırılgan yapıyı yaratan sistemden kaçırmamıza neden oluyor.
Pandemi boyunca endüstriyel hayvancılığı ne kadar az sorguladıysak bugün de orman yangınları karşısında kendini iklim krizi olarak gösteren kapitalizmin yapısal çelişkisini çok az sorguluyor, gözlerimizi bu temel olgudan süratle kaçırıyoruz. Bunun yerine cezasını kolayca keseceğimiz bir fail arıyoruz. Çünkü topyekun bir sistemi sorgulamak kendi yaşam biçimlerimizi de sorgulamaya yol açarak bizleri net, somut bir eyleme davet ediyor.
(BOÖ/HA)
Dersimli sanatçı Delil Xıdır, yeni müzik çalışmasında dinleyicileri Ermenice bir kadın adı olan “Nırvart” ile buluşturuyor. Aynı adı taşıyan parça, bizi Delil Xıdır’ın babası Musaê Millê’nin gençlik yıllarına götürüyor ve onun on beş yaşında iken on altı yaşındaki Ermeni kızı Nırvart arasında filizlenen duygusal yakınlaşmayı anlatıyor.
Ancak Nırvart ile Musaê Millê’nin dayısının iki kızı, 1938 Katliamı sırasında (ya da hemen öncesinde) kurşunlanarak öldürülüyor; böylece kişisel öykü trajik bir boyut kazanıyor.
Babasının bu anlatısı, Delil Xıdır’ın belleğinde yer etmiş; yaklaşık 90 sene sonra söz ve müziğe dönüşerek “Nırvart” adlı çalışmanın temelini oluşturmuştur. Söz ve müziği Delil Xıdır’a ait eser, üç sanatçının ortak seslendirmesiyle kaydedilmiştir: Delil Xıdır’a, uzun süredir birlikte çalıştığı Sürgündeki müzisyen Hasan Sağlam ile sanatçı Gulê Mayera eşlik etmektedir. Aranjör koltuğunda Ahmet Özgül otururken, klibin yönetmenliğini Hasan Sağlam üstlenmiştir.
“Nırvart” şarkısı bizi hem Dersim’e hem de trajedi kavramının daha iyi anlaşılmasına götürüyor. Dersimli ozanların bir trajediyi melodiye dökme geleneği, tarihsel, felsefi ve sanatsal birçok boyutu beraberinde getiriyor. Bu klam, kavuşamayan bir aşkın ve o dönemin toplumsal koşullarının ağıdıdır. Ozanlık kavramının tarihsel dönüşümünü ve trajedi‑ağıt ilişkisini inceleyerek, Dersim tarihi içinde bu aşk hikâyesini anlamaya çalışacağız.
Homeros’u yalnızca bir destan anlatıcısı şair olarak görmek, Platon sonrası dönem ile tek tanrılı dinlerin doğuşunun şekillendirdiği bir yaklaşımdır. Homeros, modern anlamda bir ozan değil; din kuramcısı bir ozandır ve anlatıları aynı zamanda bir dinin içeriğini oluşturur. Onun çağı, henüz şiir, edebiyat ve hakikatin birbirinden ayrılmadığı, bir daha geri gelmeyecek özgün bir dönemdir. Platon’un, ozanların tanrılar hakkında “yalan söylediklerini” ileri sürerek onları ideal devletinden kovmak istemesi bu dönüşümün yalnızca bir adımıdır. Yüzeyde salt siyasal bir müdahale gibi görülebilecek bu tutum, belki farklı koşullarda başka biçimde yorumlanabilir ya da göz ardı edilebilirdi; ancak Platon’un felsefî hamlesi, çok daha köklü bir değişimi beraberinde getirdi.
Platon, tanrıyı ve yaratılışını rasyonel bir düzene bağlayarak anlaşılabilir bir dünya tasarımı geliştirdi; ozanların değişken tanrı‑evren kavramlarının yerine, Tanrı kurallı bir kozmik düzen kurar. Timaios diyalogunda tasarladığı “Demiurgos” (ilahi zanaatkâr) kavramı, duyusal dünyadaki karmaşayı idealar örneğine bakarak düzenli bir kozmos hâline getirir. Bu dönüşümden önce Homeros, hem şair hem de din kurucusuydu; tanrılar hakkında söz almak isteyen herkes Homeros’a başvurmak zorundaydı. Sonraki çağların bir başka dâhisi Shakespeare ise yalnızca büyük bir şair olarak kaldı—artık yeni bir dinin kurucusu ve referans noktası değil.
Tek bir ozanın konumu........
© Bianet
