Bu yaz, Besê’nin nefesi
Bu yaz bir süre sonra geçip gidecek. Mevsimlerin huyu bu. Ya da mevsimlerden geriye kalan şeyin diyelim. Bu yaz da, tıpkı geçen yaz gibi ormanlar yanıyor. Söylenen o ki, halkı soyan elektrik şirketleri, korkunç kârlarından birazını bile bakım ve altyapı yatırımlarına ayırmadıkları için ormanlar içindeki canlılarla birlikte cayır cayır yanıyor. Makul izahlardan biri, diğerleri de var. Ancak ne denetlemeye, ne korumaya bütçe ayrılmıyor.
Bu yaz, temmuzun on birinci günü, yazarlar, gazeteciler, kurum temsilcileri ve siyasetçilerden oluşan bir grup kadın ve erkekle birlikte Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Talabani ailesinin liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) hüküm sürdüğü topraklarda bulunan Süleymaniye’ye giderken memleket manzarası genel hatlarıyla böyleydi. Bütçeden dev lokmayı yutan Diyanet İşleri Başkanı’nın yangınların sönmesi için dua okuduğu haberleri vardı. CHP’ye hukuk dışı operasyonlar sürüyordu. Belediye başkanları ve birçok siyasi tutsak içerideydi. Zeytinlikleri, bağı bahçeyi talan edecek maden yasası tartışılmaktaydı.
Bizler ise, Erbil’den Süleymaniye’ye geçmiştik ve görülmeye değer siyah minibüslerle dağa tırmanıyorduk. Geçtiğimiz yollar KYB’nin ve daha kim bilir kimlerin silahlı ekiplerinin kontrolü altındaydı, dağlık çorak arazide pek az yeşillik vardı. Manzaranın yağmalanmış herhangi bir topraktan farkı yoktu, Kürdistan’daki sarayların, herhangi bir saraydan farkı olmadığı gibi.
Kırk yılı aşkın süredir Kürt halkının varlığının ve evrensel haklarının tanınması için mücadele eden Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK), İmralı Adası’nda tutulan liderlerinin çağrısıyla mücadeleyi silah dışında yöntemlerle sürdüreceklerini açıklamalarının üstünden pek kısa bir zaman geçmişti. Bir grup gerilla, savaşlarla çalkalanan dünyaya bir mesaj vermek, silah bırakma konusundaki kararlılıklarını göstermek için, iktidar tarafından herhangi bir adım atılmamasına rağmen sembolik bir silah bırakma töreni yapacaklardı. Örgütün sözcüleri, Türkiye’deki durumu ve Ortadoğu’daki gelişmeleri dikkate alarak, reel sosyalizmin tasfiye olduğu koşullarda halklara karşı sorumluluklarını yerine getirmek için adımları tek taraflı attıklarını ifade ediyorlardı.
Söylenen o ki, bizler bu tarihi adıma tanıklık etmek üzere çağrılmıştık. Nitekim sonradan çıkan haberlerde ve yazılarda da tanıklık etme deyimi sık sık kullanıldı.
Tanıklık etme, Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre farklı anlamlar taşıyor. İnsan kendisinin içinde olmadığı bir olaya-duruma tanıklık edebilirken, çağına, yaşadığı döneme de tanıklık edebiliyor. Hatta son derece kişisel durumlar için bile, “Babasının ölümüne tanık oldu” gibi, yaşanan durumla mesafe içeren bu deyim kullanılabiliyor.
Döndükten sonra yaşadığımız şeyi, fotoğraf, görüntü, “bilgi,” görüş, duygu bombardımanından arındırmak, en azından zihnimde biraz olsun yerli yerine koymak için gayret sarf ettiğim günlerde de “tanıklık etme” deyimi sık sık kafama takıldı ve ilk duyduğum andaki rahatsızlığım devam etti.
Anlaşılan, görme, duyma gibi kelimeler yerine bu sözcüklerin seçilmesi, silah bırakarak kendilerini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak adlandıran kadınlı erkekli otuz kişilik grupla, diğerlerini ayırmak için kullanılıyordu. Bizler eline silah almamış, tarafsız kişilerdik ve silah bırakmaya tanık olmamız isteniyordu. Tanık olmak bizi olan bitenle, belki de kimilerimizin istemediği kadar farklı bir yere koyup, seyirci-izleyici konumuna iterken, ahlaki ve yerinde görülürse, siyasi bir sorumlulukla da baş başa bırakıyordu. Onca kamera, olanı biteni dünyanın dört bir tarafına servis ederken, “Gözümüzle gördük, silahları yaktılar” dememiz abes olduğuna göre, içinde bulunduğum gruptan, hepimizden beklenen neydi? Gazeteciler haber yazacaklardı da biz ne yapacaktık? Belki bu soruya verilebilecek yanıtların muğlaklığı ya da “Barış mücadelesinde daha etkin olmak” gibi hazırcevapların sıradanlığı, bizim gibilerin, barış isteyenlerin, barış için mücadele edenlerin payına düşeni hemen yanıtlamamı engelliyor.
Öte yandan, tanıklık etmek deyimi zihnimi o kadar yordu ki, bu deyim, dağa giderken gece konakladığımız çok yıldızlı otel, çok yıldızlı kahvaltı ve yemekler, otel ve restoranlarda çoğu göçmenlerden oluşan ucuz emek kalabalığı, aşırı lüksün düşündürdüğü, aşırı yoksulluk, hangi yönetime ait olursa olsun benimseyemeyeceğim güvenlik ekipleri, dışarıdan görenin asla hayra yormayacağı çok yıldızlı sayısız siyah minibüs, bildiğimiz bilmediğimiz devletlerin istihbarat görevlileri ve elbette MİT gibi huzur bozucu detaylarla aynı listede yer almasın diye gayret sarf etmem gerekti.
Kaldı ki, saydıklarımı detay olarak değil, manzaranın asli unsurları olarak görmek gerekiyordu. Beni ve gruptaki pek çok kişiyi tedirgin eden bu durumdan, silahlarını, beni yine rahatsız eden bir deyimle, “bizim huzurumuzda” yakanlar korkmuyorlardı.
Belli ki en ince ayrıntısına kadar organize edilmiş, emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin kontrolünde, her şeyin gösteriye dönüştüğü dünyamızda kolayca şov olarak nitelenebilecek, göstermelik diye yaftalanacak, o olağanüstü kanyonun ve oraya birikmiş tarihin bile film sahnesine dönüştürmesini engelleyemediği şeyden korkmuyorlardı. Hep birlikte içinde bulunduğumuz tabloyu, ideolojik, siyasi ve entelektüel olarak dibine kadar kavradıkları ortadaydı. Aksi halde Besê’nin nefesi, o denli güçlü ve etkileyici hissedilemezdi.
Kanyonun içinden dağa ait varlıklarmış gibi gelip manifestoyu okuduktan ve silahlarını yaktıktan sonra kaybolan o grubun, savaşları televizyondan izlemeye alışmış seyir ve gösteri toplumunun, tarihi bile yenik düşüren bütün zihinsel kirlerini, önyargıları, bakışlara ister istemez sinmiş onca zehri aşıp başka bir hakikat ortaya koyabilmeleri nasıl mümkün olabildi?
Nasıl mümkün olabildi, silahları yakmanın, teslimiyet seremonisine, bayağı bir şova değil adeta bütün dünyaya verilen bir insanlık çağrısına dönüşebilmesi? Nasıl o görünürde hiçbir özelliği olmayan otuz kişi, onca kuşatmayı, aylardır üstümüze yağdırılan uzman görüşlerini, istihbarat bilgilerini, kimselerin görmeyip, böylesi zihinsel melekeler sadece kendilerine bağışlananların gördüğü gerçekleri, değerlendirmeleri, aşıp bizimle konuşabildiler? O konuşma ki, sözcükler kullanılmadan yapıldı, anlatmayı başardıkları şey o kadar büyüktü ki, okunan manifesto bir ayrıntıya dönüşebilirdi, eğer o kuşatılmış alanda ortaya konan duruşun doğrudan temsiline dönüşmüş o ses, Bese’nin nefesi olmasaydı.
Silah bırakanlar, nasıl, o çok devletli çirkinliği, istihbaratlarca kuşatılan tenteli ve klimalı arazinin yaşananları kurguya ve yalana dönüştüren atmosferine galebe çalabildiler?
Kolayca verilecek, biraz düşünerek verilecek, çok düşünülerek verilecek pek çok cevap var ama, yapmayacağım. Soru üzerine düşünmeye devam edeceğim.
Gördüklerimden ve duyduklarımdan bana kalanlardan biri bu soru ve bana bu soruyu sorduran Besê’nin nefesi. Bu soruya can simidi gibi sarılıyorum, çünkü kendime defalarca sormaya niyetliyim, Besê’nin nefesini içimde tutabildiğimce uzun tutmaya niyetli olduğum gibi.
İmralı Adası’nda tutulan liderlerinin çağrısıyla 12. Kongre’sini yapan PKK, kırk yılı aşkın zamandır sürdürdüğü silahlı mücadele temelindeki “halk savaşı” stratejisini değiştirdiğini açıkladı. Bu kararın sadece Abdullah Öcalan’ın ağzından ve kafasından bir anda çıkmadığını, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış örgütün uzun süreye yayılmış kapsamlı değerlendirmelerinin sonucu olduğunu düşünebiliriz. Aksini düşünmek, Öcalan kültüne ve neredeyse kırk yıldır halklaşma sürecinin bizzat bileşeni olmuş, coğrafi ve tarihi özelliklerle bezenmiş özgün dilin “dışarıdakilerde” yarattığı kimi yabancılıklara rağmen hayatın akışına aykırı. PKK kongresini yaparken operasyonlar sürüyordu. Kongre bu koşullarda yapıldı, örgüt değişen dünya koşullarında siyasi olduğu kadar entelektüel sezgilerle ve bilgilerle, artık verimli ve sürdürülebilir bulmadığı mücadele stratejisini değiştirdi. Bu değişikliği, sosyalizmde ısrar insanlıkta ısrardır sözleriyle şifa veren bir tarihle, bir ufukla, hem geçmiş hem gelecekle perçinledi.
Nitekim dağın içinden çıkıp, yine oraya dönenlerin okuduğu manifesto da eşitlik, özgürlük talepleriyle, sömürüye ve tahakküme karşı mücadele konusundaki kararlılığı dile getiriyordu.
Abdullah Öcalan’ın bu yılın 27 Şubat’ında PKK’yi, bugün sahip olduğu değer ve kazanımlarla demokratik zeminde yeniden yapılandırmaya çağırdığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile başlayıp, 12. Kongre kararları ve Süleymaniye’de okunan bildiri ve yine Öcalan’ın ismiyle anılan paradigma metniyle devam eden çağrılar kuşkusuz farklı kulaklara sesleniyordu.
Hak ve özgürlük mücadelesini “terör” parantezine alıp korkunç bir istibdat rejimi kurmuş olan iktidara, artık savaş harcamalarını, savaş baronlarını, çeteleri, kanlı cinayetleri ve bu kanlı cinayetlerle zenginleşmiş asalaklar ve çeteler yaratan “terörle mücadele” argümanını kullanamazsın diyordu.
Öte yandan silah bırakmanın, iktidarın “terörle mücadele” argümanını kullanmaktan vazgeçeceğinin ya da “beka ve güvenlik” başlığı altında yenilerini üretmeyeceğinin güvencesi olup olmadığını bilmiyoruz. Soygun, talan, insanlık ve savaş suçlarıyla kirlenmiş çete-mafya-tarikat-sermaye oligarşisi düşmansız ayakta kalamayacağını biliyor. Nitekim CHP ve belediye operasyonları bunun göstergesi.
Yıllardır en korkunç hak ihlallerini, “Ama onlar terörist, ülkemizin milli çıkarları vb. gibi” sözlerle sindirmeyi gayet güzel becermiş, kayyımlara sessiz kalmış, dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekleyerek Kürtlere karşı yapılan en büyük operasyonun fitilini ateşlemiş geniş kurumsal muhalefet de çağrının yapıldığı kulaklardan biriydi kuşkusuz.
Aslında hak arayışlarını büyük baskılara rağmen sürdüren ve bu itirazlarıyla bir muhalefet partisi ve lider yaratan topluma da çağrı yapılıyordu. Bu çağrının iyice duyulabilmesini sağlayacak, karşılaşma ve temas alanları, medya ve diğer dolayımları aşan bir örgütlülük epey sınırlı ne yazık ki.
Çağrı, büyük çoğunlukla kulaklarını tıkamayı seçseler de sosyalistlere, sola yapılıyordu, sadece ülkedeki değil, bütün dünyadaki.
Söylenenlere kulak verirsek, şunları anlıyoruz: Abdullah Öcalan’ın “İmralı’da bir sosyalist olarak yaşıyorum ve direniyorum” sözü, kuruluşta ve biçim değiştirse de mücadele tarihi boyunca sosyalizm dünyası içinde şekillenmiş bir örgüt pratiğine işaret ediyor.
Kendini fesheden PKK’nin çeşitli metinleriyle bize ulaşan strateji değiştirme kararı, küresel ve bölgesel koşulların detaylı bir analiziyle, kırk yılı aşkındır dünyanın irili ufaklı bütün güçlerinin cirit attığı bir coğrafyada silahlı bir örgüt olarak varlığını sürdürebilmekten edindiği bilgi ve deneyimin ışığında farklı bir mücadele biçiminin benimsenebileceğini söylüyor. Dünyanın her yanına yayılmış, çok büyük ve hareketli bir diasporaya, en az elli senedir kendi tecrübesine, Kürt isyanlarının tarihi tecrübesine, on binlerce ölüm ve yıkıma, sayısız ve korkunç bedeller ödeyerek kazanılmış bir birikime sahip bir örgüt yapıyor bu çağrıyı.
Denebilir ki, Kürt Özgürlük Hareketi, 52 yıllık ateşle sınanmış tecrübesini, yaratılan muhalif değer ve insani birikimi, sosyalizmin dünya ölçeğindeki kamusunun hizmetine sunuyor.
Dolaşan metinlerdeki tezler, reel sosyalizm eleştirisi ve reel sosyalizmin dünyasına dayanan bir varlık halinin artık etkisizliğinin tespitine dayanıyor. Öte yandan metinde Marksist tezleri eleştirerek aşma gayreti görülüyor. Bu metinlerde kullanılan dil ve argümanların Marksist- Leninist teori ve terminoloji içinde yetişmiş sosyalistlerde yabancılaşma yarattığı da aşikâr.
Kaldı ki, söz konusu paradigmayı benimsememiz de gerekmiyor. Böyle bir örgütün ve aklın sosyalizm kamusuna sunduğu bu tartışmayı reddetmek yerine, bu tartışmanın zenginleştirici unsurlarına dikkat etmek gerekiyor daha çok. Ben öyle yapıyorum, okuyorum, anlamaya çalışıyorum, reddetmek ya da küçümsemek yerine karşı argüman geliştirerek, kimsenin kaçamayacağı bu tartışmaya aklım yettiğince daha nitelikli katılabilmek için çaba sarf ediyorum. Aslında öne sürülen tezleri benimseyip, benimsemekten ziyade demokratik zeminde yeniden yapılanmanın bölge ve dünyadaki sonuçlarıyla birlikte şimdi ölçülmeyen ve ölçülemeyecek cesametini, bunun dünyaya ve sosyalist zihinlere katkısını heyecan verici buluyorum.
Bu daveti reddetmek olmaz. Davet, tahakküme ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin yalnız 52 değil yüzlerce yıllık tecrübeyi bedenlerinde ve zihinlerinde taşıyanların duyularından, gözlerinden, kalplerinden ve akıllarından geliyor. Katılaşmış, memurlaşmanın, durgunluğun, kendi etrafında dönmenin boğduğu alana taze bir nefes. Bu yeniden düşünme davetini, bu birlikte düşünme davetini, bu sosyalizmle, enternasyonalizmle, halkların kurtuluşuyla mühürlenmiş daveti, kendisine devrimciyim diyen kimse herhalde görmezlikten gelmemeli. Bu daveti gülleriyle ve elbette dikenleriyle kabul etmek gerekir.
Süleymaniye’den döndükten sonra, kelimeler üzerine düşünürken, hâlâ adı koyulamayan sürecin ilk başından beri, kendime en çok “Biz (sosyalistler) yapacağız?” sorusunu sorduğum aklıma geldi. Bu soruyu soran pek az kişiye rastladım. Buna karşılık “Hiçbir şey bilmiyoruz” kalıbını sürekli duydum.
Sürecin belirsizliği ve karmaşıklığı, süreci başlatanların sicili, bilinen barış süreci örneklerinden farklılığı kaygı uyandırıyordu. Ancak kendilerini kenarda tutanların, “Tabii, kim barış istemez?” sözleriyle tabaklarını sıyırıp sofradan kalkanların dilinden eksik etmediği “Hiçbir şey bilmiyoruz” sözü gerçekte ne ifade ediyordu?
Çünkü neredeyse akıl bile gerekmeden, iktidarın barışla ve Kürt sorununun demokratik çözümüyle herhangi bir ilgisinin olmadığını, sadece yozlaşmış varlığını her çareye başvurarak sürdürmek istediğini, sürecin ortaya çıkmasında emperyalistlerin bölgesel ve küresel yeniden dizayn etme çabalarının hâkim olduğunu, bölgesel ve küresel güçlerin tek dertlerinin enerji koridorları, petrol, doğalgaz yatakları, değerli madenler, mineraller, su kaynakları, yeni köleler olduğunu biliyorduk. Emperyalizme göbekten bağlı bir yarı sömürgede tarikat, sermaye, mafya, çete oligarşisinin bütün aklını muhalefeti yok ederek ya da parçalayarak, süreci araçsallaştırmak için kullanacağını biliyorduk. Savaştan ve kandan beslenenlerin barışla işi olmayacağını biliyorduk. Nereden esinlendiği besbelli faşist Bahçeli’nin başına birden taş düşmediğini biliyorduk. Yani Alice Harikalar Diyarı’nda olmadığımızı biliyorduk ki, kitabı çocukken okuyanlar hatırlar, orası da oldukça tekinsiz bir yerdir.
“Hiçbir şey bilmiyoruz” itirazını dile getirenlerin bunları bilmedikleri düşünülemeyeceğine göre bu itirazın aslında tek bir anlamı olduğu kabul etmek benim için çok kolay olmadı.
Nitekim “Kapalı kapılar ardında ne pazarlıklar yapıldığını bilmiyoruz, bu sürece kefil olamayız; ne alınıyor, ne veriliyor?” gibi sözler de bu kalıbın ardından geliyordu çoğu kez.
Basit gibi görünen, haklı bir kaygıyı ifade ediyormuş gibi görünen bu sözlerle ortaya çıktı ki, Kürt sorunu denen şey, sadece iktidar ve kurumsal muhalefeti değil solun kimi kesimlerini de içine alıyordu.
Konu, sürecin şeffaf olmayan karakteri falan değildi, o uzun, o bitmek bilmez yenilgiden çıkamamış zihinlerinin ürettiği bilgi, tehdit, tehlike, risk, tuzak kelimelerinin kuşattığı bakış körleştiriyor, sıkıştırıyor, darlaştırıyordu. Tabloyu en derinden ve canıyla kavramış olduğu halde burada bir çıkış yolunun, bir tarihsel imkânın ortaya çıktığını görebilen; en önemlisi buna cesaret edebilen, kendine bu adımı atacak kadar güvenebilenlerden gelen ve ne sonuç vereceği bile belli olmayan hamleyi kafalar almıyordu. Olmazdan olur yaratmak, imkânsızdan imkân yaratmak için Besê’nin nefesi gerekiyordu.
Sorun, bir şey bilmekten ya bilmemekten ziyade bu karmaşanın içinde aktör olacak, özne olacak özgüvene sahip olup olunmadığı noktasında ortaya çıkıyordu. Kenarda durup, sınıf birincileri gibi, âlemin tek akıllıları gibi, siyasi tezler ileri sürüyormuş gibi “Emperyalistlerin tezgâhı, bu iktidarla barış olmaz” mı denecekti, “Kürtler bizi nerede, nasıl satacak” diye fal mı açılacaktı, yoksa sürecin tehlikelerini, yabana atmadan olanakları ve fırsatları mı görülecekti?
Süreç, güçlerin yeniden karıldığı, güç dizilimlerinin mikro ya da makro ölçekte değiştiği, halkların lehine de çevrilebilecek yeni bir mücadele alanı olarak mı algılanacaktı? Komplo teorilerinin hepsi dibine kadar doğru olsa bile, sürecin aktörü olmadan kenarda mızıkçılık ederek, hiçbir şeyin yönünün değiştirilemeyeceği görülecek miydi?
En kötü kehanetlerin gerçekleşmesini önlemek için bile olsa, acaba ne öğrenmek gerekiyordu?
Aslında Ekim 2024’ten önceki memleket manzarasına bakıldığında, karşımıza çıkan şeyin yalnızca ve yalnızca, dinamik ve çok aktörlü bir mücadele süreci olduğunu, hiçbir şeyin elde olmadığını, ancak iktidarın evde yaptığı hesapların da pazara uymayabileceğini kavrayabilecek yegâne güç olan solun kimi geniş kesimlerinin, bir Kırıkkale tabanca gibi en hayati anda tutukluk yapacağı görülebiliyordu. Bu kavrayış, cesaret ve özgüven gösterilemedi; yaşananlar üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağına ta en baştan iman edenlerin, tuzaklar, tehlikeler, riskler ve tehditlerden söz ettiğini duyduk durmadan. Ama kaçılan hayat gürül gürül akmaktan vazgeçmiyor, her an bir sonraki anı yaratıyor. İrili ufaklı her eylem yeni bir durum-hal ortaya çıkartıyor.
İktidar, solun ve demokrasi güçlerinin barış ve demokrasi talebiyle damgasını vuramadığı bu süreçten, kaşığın ucuyla verip sapıyla göz çıkarmak için yararlanıyor. Toplumsal muhalefet ve çözmesi gereken sorun nicelik olmayan sol, tüm gövdesiyle “Evet, barışı ve Kürt sorununun demokratik çözümünü istiyoruz,” demeyi, bu yönde irade ortaya koymayı başaramadığı için, istediği gibi at oynatıyor. Barış talebinin toplumsallaşmasını engellemek için kurulan strateji tıkır tıkır işliyor. CHP operasyonları, gazetecilere yönelik hukuksuz saldırılar sadece siyasi rakiplerini ve muhaliflerini baskılamak, yok etmek için değil; barış sürecinin tamamen kendi inisiyatifinde sürmesi ve toplumun bu süreci sahiplenmemesi için de kullanılıyor. İktidar, DEM Parti ve Kürt siyasi hareketini teslim alamadığı için siyasi tutsakların hâlâ içerde olduğu komplo teorileriyle meşgul kafalara giremiyor.
Kelimeler anlatır. Ta başından beri kimse olanaktan, fırsattan söz etmedi; şanstan, çıkış yolundan söz etmedi. Hayatın önüne çıkardığı mücadele alanına girmeye cesaret etmeyi değil, galebe çalmayı, oyunu bozmayı, oyunu değiştirmeyi değil; tespih böceği gibi kabuğuna kaçmayı seçti. En çok üzüldüğüm şeyler listesi yapmaya kalksam, başa bunu koyarım.
Hikâye anlatıcı, kendisine inanan kimse yoksa, ağzından bal damlasa da ortada bir hikâye olamayacağını bilir. Hikâye için bir anlatıcı gerektiği kadar, onun gözünün içine bakıp eteğinin yamacına oturup dinleyenler ve inananlar da olması gerekir.
Dağın içinden çıkıp gelenler bir hikâye anlatıyorlar. Bunu, bütün dünyaya yapılan bir yeniden düşünme daveti; sosyalizmin ve halkların kurtuluşu fikrinin damarlarına yeni bir enerji enjekte etme duyurusu; bütün varlıklarını, kazanımlarını ve güçlerini dünya devrimine sunma cesareti olarak duyabiliriz.
Hikâyeyi, “Teslim oldular, iktidarla uzlaştılar, teslim olmasalardı yok edileceklerdi, başka çareleri yoktu, sosyalizmi ve sınıf meselesini, özerkliği falan ne varsa sattılar,” diye de okumak mümkün.
Diyelim ki hikâyeye inanmayanların dediklerinin hepsi doğru olsun. Yine de hikâyeyi, benim Besê’nin nefesinden okuduğum gibi okumak, anlamak, bunun hakikat olmasını sağlamak ve buna inanmaktan başka; aklını, fikrini, zamanını ocak başında külleri karıştırmak için değil, bu enerjinin, bu mücadele birikiminin kaybolup gitmesine izin vermemek, onu sosyalizm mücadelesinin, dünya devriminin bir parçası hâline getirmek için kullanmaktan başka bir yol var mı?
Ama belki de anlatılan, coşkusunu, mücadele azmini, hikâyeye inanma kabiliyetini, inancını kaybetmiş olanların; hayatın çağrısına kulaklarını tıkayanların o hazin hikâyesidir.
Süreç denen zaman ilerliyor. Ne olacağı henüz belli değil, elde de bir şey yok. Ne yapılırsa o olacak. Hayatın “Var mısınız?” dediği tablo aşağı yukarı bu. Barış talebi sahiplenilmedikçe kazanımlar zayıf olacak; barış ve demokrasi talebi yükseltilmedikçe iktidarın oyununu bozmak mümkün olmayacak. Kenarda durarak, kendini destekçi olarak konumlandırarak bu süreçten kazanımla çıkmak mümkün değil. Tam tersine, kimsenin kontrol edemeyeceği bu zaman parçasının toparlanma, yükselme, genişleme, alternatif olma imkânını, dönüşüm imkânını bağrında taşıdığını görmek, hissetmek gerek. Yola girmeden çıkışın da görülemeyeceğini bilmek gerek.
Hayattan kaçmak olmaz. Meclis’te kurulan, haklı olarak eleştirilen Komisyon da dâhil, her an, her yer mücadele alanı; halk düşmanlarıyla, egemenlerle, dünyanın sonundan bile kâr elde etmeye çalışan Armani takım elbiseler içindeki açgözlü vahşilerle karşılaşma ve çarpışma alanı.
Bu yaz da önceki yazlar gibi geçecek. Mevsimlerin huyu bu. Yazdan geriye kalan; yanmış ormanlarıyla, kuruyan nehirleriyle, halkının susturulamadığı, teslim alınamadığı aynı yoksul ülke olacak. Ve bir de Besê’nin nefesi... Demem o ki, bütün mesele nefeste düğümleniyor; bu nefesi ne kadar ciğerlerimize çekebileceğimizde...
(AD/VC)
“Makine Çağı” serimizin ilk bölümünde, kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte kol emeğinin yanı sıra zanaatkârların kuşaklar boyu biriktirdiği beceri ve bilginin işbölümü yoluyla parçalandığını ve makinenin “ölü emeğine” hapsedildiğini görmüş, serimizin ikinci bölümünde ise bu taarruzun karşısında yükselen direnişi, işçi sınıfının kendi kolektif zekâsını inşa etme mücadelesini ele almıştık. Luddistlerin savunmacı eylemlerinden,........© Bianet
