Otoriter rejimlerde yurttaş gazeteciliğinin önemi
Otoriter rejimler altında siyasal iletişim iki temel biçimde işler. İlk olarak, otoriter rejimler; kitle iletişiminden kültür endüstrisine, akademik yayınlardan resmi verilerin paylaşımına kadar geniş bir yelpazede enformasyon üretir ve bunları iktidarın meşruiyetini sağlayacak bir propaganda aracı olarak kullanır. İktidar propagandası; kamu kurumlarının yıllıkları, resmi radyo, televizyon, haber ajanslarının yayınları, iktidar yanlısı kültür sanat faaliyetleri, düşünce kuruluşlarının çalışmaları aracılığıyla yayılır.
İkinci olarak, otoriter rejimler muhalif görüşleri engellemek adına siyasi iletişimin belli biçimlerini ve içeriklerini sansür yasaları, terörle mücadele söylemleri, inşa edilmiş bir tehdit algısıyla baskılar; böylelikle kendinden olana alan açtığı kadar, kendinden olmayanın hem bilgiye ve kaynaklara erişimini hem de kendi ifade özgürlüğünü elinden alır. Propaganda ve sansür ekseninde işleyen otoriter iletişim modeli, en basit düzeyde demokratik işleyişi aksatmasının ötesinde, vatandaşların en temel hak ve özgürlüklerinden olan bilgi edinme ve ifade özgürlüğünü de ortadan kaldırır. Böyle bir durumda yurttaş gazeteciliği, yalnızca otoriter rejime karşı bir demokrasi talebi değildir; aynı zamanda ifade özgürlüğüyle başlayıp belki de seyahat etme özgürlüğü, yaşam hakkıyla devam edecek hak ihlallerine meydan okumadır. Tek yönlü bir bilgi akışına, kitlelerin sesinin bastırılmasına ve bir korku ikliminin antidemokratik uygulamalara gerekçe olmasına karşı yurttaşların bilgi akışlarının öznesi olması, otoriter rejimlerden çıkışın en önemli araçlarından biridir.
Bryn Rosenfeld ve Jeremy Wallace, 2024 yılında yazdıkları makalede devletlerin neden propaganda ürettiği sorusuna cevap ararken, otoriter rejimlerin güçlü ve birlik içinde bir iktidar görünümü vermek için belli bilgileri kullandıklarına dikkat çeker.[1] Bu, basitçe bir bilginin olduğu gibi aktarılması değil; gerçeğin yönlendirilmesi, rakamların abartılması, buna karşılık başarısızlıklar ya da kayıplar hakkında sessiz kalınması gibi yollarla bilginin amaca uygun inşa edilmesi anlamına gelir. Bu inşanın asıl amacı iknadır: Kitleleri işlerin yürüdüğüne, iktidarın başarılı olduğuna, liderin bir alternatifi olmadığına yönelik bir ikna. Bu ikna sürecinde kitle iletişim araçları ve kültür endüstrisinin yanı sıra eğitim ve entelektüel üretim de işlevsel olabilir. Yazarlara göre propagandanın kitleleri ikna etmedeki etkinliği; propagandanın içeriğine, yurttaşlarla ne kadar etkileşim yaratabildiğine, içinde bulunduğu politik çevredeki kriz dinamiklerine, baskı unsurlarına ve kurumsal çerçeveye bağlıdır. Son olarak, propagandanın başarısı hitap ettiği kitlenin taşıdığı değerlere ve propagandayla iletilen mesaja yönelik yatkınlıklarına bağlıdır.
Burada kısaca aktarılan çerçeveyi Türkiye üzerinde değerlendirdiğimizde, mevcut iktidarın yirmi yılı aşkın bir süredir kitleleri ikna etmek adına inşa ettiği bilginin biçimsel ve içerik olarak işe yaradığını, korku ikliminin bugüne kadar kitleleri baskılamakta, hiç değilse iktidarı bugünleri taşımakta başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Otoriterleşmenin bir anda olmadığı, propaganda ve baskının aşamalı bir biçimde giderek dozunu artırdığı, özellikle 19 Mart 2025 sonrasında doruk noktasına ulaştığı düşünülürse, iktidarın propaganda yoluyla ikna konusunda artık doğal sınırlarına ulaştığını görmek gerekir. Bugün artık propagandanın içeriği ekonomik krizi ve gelir kutuplaşmasını gizlemeye yetmiyor. Çay, makarna, kömür dağıtmak; boş vaatlerde bulunmak, Ramazan’da yoksul hanelerinde yer sofrası kurdurmak seçmende karşılık bulmuyor. Politik çevredeki kriz dinamikleri, bozulan ekonomiyle de sınırlı kalmıyor; gençler sosyal anlamda ve kamusal alanda nefes almak istiyor. Kitlelerin taşıdığı kaygılara baktığımızda ise ideolojik kompozisyonu ne olursa olsun, söylem eylemle desteklenmedikçe karşılık bulmuyor.
Böyle olunca, propagandanın işlemediği yerde medyaya ve kitlelere yönelik baskı devreye giriyor. Sosyal medyanın kapatılması, bireysel hesapların askıya alınması, sansür yasalarıyla ifade özgürlüğünün engellenmesi, televizyon kanallarına verilen cezalar, mizah dergilerinin hedef gösterilmesi, gazetecilere gözaltı, tutukluluk, ev hapsi ile gözdağı verilmesi, gazetelerin Basın İlan Kurumu’ndan ilan alamaması ve kaynak yaratamaması her zaman olan ama son dönemde gittikçe yoğunlaşan baskı unsurları. Tarihsel bir olaya referans vermek, bir atasözü kullanmak, bir metafor kullanmak gibi gündelik iletişim bileşenleri dahi suç unsuruna dönüşmüş durumda. Böyle bir ortamda bilgiye ulaşmak kadar bilgiyi üretmek de bir mesele haline geliyor.
Yurttaş gazeteciliği, sıradan insanların profesyonel eğitim ve teknik becerilerden yoksun olmalarına rağmen çeşitli kitle iletişim araçlarını kullanarak bilgi paylaşmalarını, bilgi akışlarına katkı sunmalarını ifade eder. Bir yangın ya da sel felaketindeki görüntüleri paylaşmak, acil durum anında yapılması gerekenlere dair uzman görüşü sunmak, bir grev anında farklı kesimlerin görüşlerini dile getirmelerine aracı olmak yurttaş gazeteciliğinin örnekleri sayılabilir. YouTube kanalları, bloglar, podcastler, fanzinler; yurttaş gazeteciliğinin yüksek sermaye gerektirmeyen ve kurumsal bağlar inşa etmeyen biçimleri olabilir. Bu aktif katılım, bilgi akışlarının demokratikleşmesini ve katılımcı bireyin politik güçlenmesini, farkındalık kazanmasını da sağlar. Bir yandan herkesin marifetli cep telefonlarına sahip olması, internet ve sosyal medyanın bilgi akışları için sunduğu altyapı bu katılım sürecini kolaylaştırırken, diğer yandan bu genişletilmiş ve demokratikleşmiş akışlar uzamı birtakım riskleri de beraberinde getiriyor.
Yurttaş gazeteciliği ve alternatif medya üzerine araştırmalar yapan Chris Atton, çalışmalarında alternatif medyanın ortaya çıkışının yerel ve kültürel dinamiklere göre şekilleneceğini söylese de, bunların yalnızca mahalli konulara değinen küçük çaplı girişimlerden daha fazlası olduğunu da vurguluyor.[2] Yurttaş gazeteciliği, kamusal alanda yer alması, karar alma süreçlerine etki etmesi ve böylece hem gazeteciliği hem de yurttaşlığı yeniden inşa etmesi nedeniyle demokrasi pratiklerinin güçlenmesini sağlıyor. Ancak genel olarak medya ve özel olarak yurttaş gazeteciliği, gerçeklikten uzaklaşmak, gerçek olmayan temsillerin gerçekmiş gibi algılanmasına neden olmak gibi riskleri de barındırıyor. John Keane’in “hakikat sonrası siyaset” (post-truth politics) olarak tanımladığı bağlamda; yalanlar, palavralar, esprili temsiller ve görülmesi istenmeyen konulardaki sessizlikler insanların gerçek algısını etkiliyor. Bunları kullanan veya sunan aktörlerin samimiyeti, izleyicinin gerçeklik beklentisinin önüne geçiyor. İzleyici doğrulayamayacağı içeriklere maruz kalıyor; internetin hızlı akışında sorgulamaya vakti bile olmuyor. Son günlerde sosyal medyada yapay zekâ ile oluşturulmuş sokak röportajları tam da bu hakikat sonrası gerçeğe örnek teşkil ediyor. John Keane, hakikatten uzaklaştığımız bir çağda demokratik siyaseti yeniden kurgulamak gerektiğine, “izlemci demokrasi” (monitory democracy) kavramının önemine dikkat çekiyor.[3] İzlemci demokrasi; seçimler, siyasi partiler ve yasama gibi bileşenlerin var olmaya devam ettiği, ancak merkezi önemini yitirdiği yeni bir demokrasi anlayışını temsil ediyor. İzlemci demokraside yurttaşlar, farklı iletişim kanallarını kullanarak ve aktif siyasetin paydaşları olarak yönetişim süreçlerine katılır; izleme ve karşı çıkma mücadeleleri organize eder ya da politika yapımını takip ederler.
Sonuç olarak, yurttaş gazeteciliği, yurttaşlara bilgi akışları ve siyasal iletişim süreçlerinde aktif bir rol atfeder; ancak bu katılımın, hakikat sonrası siyasetin risklerini dikkate alarak ve değişen demokrasi anlayışına uygun biçim ve içeriklerle gerçekleşmesi gerekiyor. Alelade bir sosyal medya aktivizmi, linç kültürü, yaftalama ve hedef göstermeye düşmeyen; bilgi odaklı, bilinçli bir aktif katılım, giderek daha da daralan ve tek yönlü bir hâle gelen kamusal alanda açılım sağlar. Yasama süreçlerini takip eden, kamu ihalelerini izleyen, bilgi edinme hakkını etkin bir biçimde kullanan yurttaşların gördükleri sorunları kanıtlarıyla birlikte kamuoyuna sunması, gerekli gördüğünde ihbar hatlarını kullanması, başvuruların sonuçlarını takip etmesi ve paylaşması yalnızca sorun odaklı yerel bir yaklaşım değil, aynı zamanda demokratik taleplerin kamusal ölçekte temsil edilmesini de beraberinde getiriyor. Ana akım medyanın büyük oranda yandaş medya olduğu, muhalif medyanın ise sürekli olarak artan politik baskılara maruz kaldığı bir dönemde, yurttaşların kitle iletişimini etkin kullanması, siyasal iletişim süreçlerine aktif katılımı demokrasi ve hak mücadelelerini........
© Bianet
