BOYKOTTA KİM NE KAZANDI?
Bu boykotta boykot edenler ve boykot edilenler farklı ülkelerin insanları değildi; kan bağı, soy sop bağı olan yakın ya da uzak, bir şekilde akrabalardı çoğunluk itibariyle.
Müşrikler dedelerinden kalan, kendilerince güzel olan dine herkesin inanmasını, putlarına da tapmasını istiyorlardı. Hâlbuki boykot edilenler, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyor, ne putlara ne de eski adetlere itibar ediyorlardı. “Allahu ekber” diyorlardı.
Boykot edilenler mağdur, boykot edenler mağrurdu. Mağdur huzurlu, mağrur ise telaşlı, korkulu ve geleceğinden endişeli…
Tarihler, peygamberliğin 7’nci, miladi 617’nci senesini göstermektedir. Peygamber Efendimize, onun davasına ve bu davanın Mekke dışına yayılmasına engel olamayan Mekkeliler çileden çıkmıştı. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi Mekke’nin saygın simaları, güç ve kudreti temsil eden kişilerin Müslüman olması Mekkelileri iyice sarsmıştı.
Yapılan işkenceler, zulümler ve esir almalar, bu davayı küçültmek bir yana, aksine büyütüyordu. Dahası, kendi taraflarında saygın kabul edilen insanları da koparıp bu davanın içine çekiyordu.
Mekke’nin müşrikleri çaresizdi…
Bir gün, bu kan kaybını önlemek, ellerindeki ve yanlarındaki insanları kaybetmemek, onların Müslüman olup karşılarına geçmesini engellemek için Müslüman olsun, gayrimüslim olsun, Haşimoğullarıyla tüm ilişkileri kesmek akıllarına geldi. İşte o bölgede izolasyon ve tecrit dönemi başladı.
Orayla kimseyi temasa geçirtmiyor, geçmeye çalışanlara engel oluyorlardı. Yiyecek ve içecek maddelerinin oraya girmesini bırakın, yaklaştırılmıyordu bile. Hatta öyle ki o bölgeye yaklaşanların ya da onlara mal satmaya çalışanların mallarına el koyup kovalıyorlardı. Akrabalarının, öz kardeşlerinin açlıktan ölmesini isteyecek kadar ileri gidiyor, bu hususta ellerinden gelen her türlü çalışmayı yapıyorlardı.
İnsanlar, akrabalarının aç ve biilaç ölmesini ya da davalarından vazgeçmesini istiyordu. Acı çeken, kıtlıkla boğuşan, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç kökü, ağaç yapraklarını yemek zorunda kalıyorlar, hatta bulabildikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yiyenlerin hali hiç umurlarında değildi. Merhamet, ne onların kitabında ne de vicdanlarında vardı. Gerçi etrafındakilerin de onlardan farkı yoktu. Akrabalarına her türlü zulmü reva görenler, elin yabancısına neler yapmazdı ki…
Sosyal izolasyonla tamamen dışlayıp yiyecek, su ve temel ihtiyaç maddelerinin satışını durdurarak açlık ve kıtlıkla mücadele etmelerine merhametsizce seyirci oluyorlardı.
Müslümanlar, Ebu Talib Mahallesi denilen bölgeye hapsedildiklerinden burada sık sık müşriklerin fiziksel saldırılarına maruz kaldılar. Özellikle zayıf ve korumasız Müslümanlara karşı taşlama, dövme ve işkence gibi yöntemler kullanılıyordu. Zayıf gördüklerini çeşitli işkencelerle hak yoldan çevirmeye çalışmak, genel baskının bir parçasıydı.
En sevdikleri, can ciğer oldukları, etle tırnak gibi oldukları akrabalarını, kardeşlerini bile dışlayıp sosyal ölüme iterek psikolojilerini bozuyorlardı. Bu zulümlerde kan bağı, akrabalık bağı gibi kavramlar tamamen bir kenara atılmış; kendi yanlarında olmayanlar ihanetle, dinden dönmekle, mürtedlikle suçlanmıştı.
İşte kısaca bu döneme “Boykot Dönemi” denmekteydi.
Bu boykotta boykot edenler ve boykot edilenler farklı ülkelerin insanları değildi; kan bağı, soy sop bağı olan yakın ya da uzak, bir şekilde akrabalardı çoğunluk itibariyle.
Müşrikler dedelerinden kalan, kendilerince güzel olan dine herkesin inanmasını, putlarına da tapmasını istiyorlardı. Hâlbuki boykot edilenler, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyor, ne putlara ne de eski adetlere itibar ediyorlardı. “Allahu ekber” diyorlardı.
Boykot edilenler mağdur, boykot edenler mağrurdu. Mağdur huzurlu, mağrur ise telaşlı, korkulu ve geleceğinden endişeli…
Müslümanlar; sosyal tecride, sosyal ölüme mahkûm edilmiş olsalar bile, aç, susuz, biilaç kalsalar bile, ağaç kökü, ağaç kabuğu, hatta buldukları deri parçalarını ısıtıp yemek zorunda kalmış olsalar bile, bu duruma severek katlanmış ve bu durum onları asla pişmanlığa itmemişti. İnandıkları dinin ve davanın kıymeti, onlara sabretmeyi, zorluklar karşısında iradelerini kullanıp hakkın hatırını âli tutma adına sabr-u sebat etmeyi, sabitkadem olmayı öğretmişti. Davanın kıymeti, vazgeçtikleriyle ilgiliydi; bunu da yaşayarak görmüş ve göstermişlerdi.
Oluşan mağduriyetler ve zorluklar, bu dönemin birbirine destek vererek aşılacağını öğretmiş, insanları birbirine daha da yaklaştırmış, bağlamıştı. Müslümanlar manen dipdiri olmuş, dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir kardeşlik atmosferi oluşturmuş ve kardeşlik destanı yazmışlardı.
Bunca ezaya, cefaya rağmen savundukları davadan ve dinden bir milim sapmayan insanlar, bu dinin “okuma........
© Başkent'te Karar
